15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bazı Kelimeler

Dil konusuna gelince Mustafa Hoca'nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir deftere Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:

Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de aynı dilde "diphteria" yani yüzülmüş hayvan derisinin bir biçimi, difteri hastalığı da derinin iltihabıymış.

Poblin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, "papalino" İtalyanca.

Sandviç'in tarihi de ilginçti; 18. yüzyılda yaşayan İngiliz lordu Earl of Sandwich, kumarbazın biriydi. Kumara öylesine düşkündü ki, yemek yemeğe oturacak vakit bulamıyordu. Bir yandan kumar oynuyor, bir yandan da ekmek dilimleri arasına koydurduğu söğüş etleri yiyordu.

"Piyango" da İstanbul'da yaşayan bir İtalyandı: Beyoğlu'nda talih oyunlarının imtiyazını "Bianco" adlı bir dükkan sahibi almıştı.

Mustafa İnan böyle çözümlere ulaştıkça çocuk gibi seviniyordu. Fakat bu "serbest" de ne demekti? Ser-best, başı bağlı demekti. Öyle şey olur muydu canım? Olurdu. "Tedbir" gibi, akıllı uslu bir kelime, hiç de hoş olmayan "dübür" yani "arka" sözünden türemişti, arkasını düşünmek demekti. "Çocuk" kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına gelmesi pek mi hoştu sanki?

Müezzin: (kökü) kulak; tümen: bunun karşılığı basit, Özbekçe on bin demekmiş. Fransız dokumacı Baptiste de bilmemkim Türkiye'ye gelinceye kadar "patiska" olmuş. İlk boykot, İrlandalı arazi sahibi Mister Boycott'a karşı 1880'de yapılmış. Mösyö Nicot da tütünü Fransa'ya getirerek "nikotin" denilen zehiri başımıza bela etmiş, İranlılar "şeftali"yi "şeftalû" yani semiz erik sanıyorlarmış. "Kapuska" da aslında bir yemek adı filan değil, Rusçada lahana demek sadece.

Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi "elinin körü" diyoruz; aslı, "ölünün körü", yani "ölünün mezarı" demek. Kadayıf'ın "ketaif", yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir miydiniz? Elbette "bahşiş", Farsça "bağış vermek"ten gelecek.

Mustafa İnan düşünüyordu: İnsanlar ne kadar bilirse, toleransa da o kadar fazla yer verecekler. Kelimelerin köklerini öğrenmek bile bir sürü boş inancı, yanlış anlamayı ortadan kaldırabilir. Bütün Batılılara "gavur" diyoruz; halbuki Farsçadan aldığımız bu kelime "ateşe tapan" demektir. Şu Avrupalılara, haklı da olsa, ne kadar kızılırsa kızılsın, onların ateşe taptıklarını ileri sürebilir miyiz? Museviceden, Ermeniceden, Yunancadan ne kadar çok kelime aldığımızı bilsek, azınlıklara bu kadar kızabilir miydik? Otelci Gabi Vartanyan, "Mustafa hoca bana Ermeni hikayeleri anlatırdı," diyor. "Gabi, bak Ermenice öğreniyorum," dedi bir gün. Ben "Ne yapacaksın Ermeniceyi?" deyince, "Öyle deme," dedi, "Sizin büyük maziniz vardır." Benden birçok Ermenice kelime öğrenci. Bir gün de "Gabi, sen bir Türkten daha Türksün," dedi; ben de ona, "Nasıl demek istiyorsun?" deyince, "Bir Ermeninin bizim hakkımızda düşünmesi gerektiği şekilde düşünüyorsun," dedi. Bu konularda bir dretnot (İngilizce, dread nough: korkusuz) gibi korkusuzdu hoca.

İnsan öğrendikçe, bildikçe evrenselleşir. "Efendi"nin Yunancadan geldiğini (aftendis) bildikten sonra insan başka türlü düşünür. Kilit (kleidi), harita (kharta), fener (fenarion), cins (genos) ve hatta temel (themelion) de aynı dilin kelimeleridir aslında. Bizim "boş" da İngilizceye (bosh) geçmiş. Kimin kimden hesap soracak hali var?

Oturduğumuz şehirler de binlerce yıllık tarihin ürünü: Edirne (Hadriana-polis), Konya (Ikonion) -bu şehirde oturan mutaassıp vatandaşlar buna üzülür mü acaba?- Kütahya (Kotiaeion), Trabzon (Trazpezus), Ereğli (Herakleia).

Arapça "hudut" kelimesini beğenmemişiz, sınır demişiz, diyor Mustafa Hoca; halbuki "sinoros", hudut taşı demek Yunanca. İklim'in "klima"dan geldiğini hiç düşündünüz mü? Düşünmedinizse de zarar yok, ben sizin yerinize düşünüyorum; belki bir gün siz de düşünürsünüz. Peki "omuz" da mı yabancı? Evet, "omos" aynı anlama geliyor. Kambur da öyle (kambura). Irgat da öyle (ergatis). İnanmayacaksınız ama "demet" de öyle (demation). Hoca, artık bu kadarı da safsata. Efendim, "safsata", "sofisteia"dan gelir; özentili ve aldatıcı buluş, demektir.

Deyimleri inceleyince de olmadık durumlarla karşılaşıyor insan: "Sıfırı tüketmek" derken, aslında sıfırla filan ilgili bir şey söylemiyorsunuz: "Zafir'i (soluğu)" tüketmişsiniz. "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." Burada "Ana" bildiğimiz "anne" değil, bir yerin adı. "Atlı karınca" da aslında "atlı karaca" olacak. Her şey zamanla değişiyor: "Beş aşağı, beş yukarı" ne demek? Olmaz öyle şey. "Beş (alın) aşağı, baş yukarı" dolaşır insan. "Darısı başıma" mı? Hayır. "Darısı (ilacı) başıma". Saçı dökülenler için söylenmiş olacak. İşler "eni konu" karıştı. Hayır, işlerin "önü sonu" karıştı; değil mi beyler?

Oğuz Atay, Bir Bilimadamının Romanı, sf 166-168.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder