27 Ağustos 2011 Cumartesi

İnanmak ve Görmek

Derindeki Kadınlar; Deniz Kızlarının Kısa Hikayesi

Dr. Anthony Piccolo (Manhattanville College fakültesi)

Yolculuğun gerginliği altında denizciler, yıllardan beri okyanuslarda en derin arzu ve korkularının somutlaşmasına şahit olmuşlardır. İlk haritalarda, baş döndürücü deniz kızlarının figürleri, blinmeyen denizlerin kaşiflerini bekleyen iğrenç canavarlarla ve korkunç hayvanlarla beraber yer tutar. Erkekleri ölümlerine çeken bu kadının deniz tarihi yıllıklarında oldukça zengin bir yeri vardır. Peki bu efsane nerede ve nasıl başladı? Ve nasıl ve neden sürmektedir günümüz zamanında?

Kolomb, Amerika’ya ilk seferinde üç deniz kızı gördüğünü söyler. 4 Ocak 1493’te, Purchas’a göre amiral, seyir defterine “denizden yükselen ama anlatıldığı kadar güzel olmayan” dişi figürleri gözlemlediğini yazmıştır. Bu yaratıklar büyük ihtimalle yunus balıkları ya da deniz ayılarıydılar, ama Kolomb da zamanının diğer denizcileri gibi her paralelde yeni mucizeler görmeye hazırdı. Aklı, Avrupa’nın bilinen kıyılarının çok ötelerindeki görülmemiş bölgeler hakkındaki Ortaçağ tasvirleri, fablları, gezgin anlatıları ve astrolojik kehanetleri ile şartlanmıştı.

Tarihçi Archiniegas, Kolomb’un başucu kitabının, Kardinal Pierre D’Ailly’nin Imago Mundi’si olduğuna dikkat çeker; bu kitap, on beşinci yüzyılın başlarında bir “yeni çağ” düşünürü tarafından kaleme alınmış, bilinmeyen dünyanın akıl almaz bir açıklamasıdır. Eğer D’Ailly’nin iddia ettiği gibi, “öte yarımküre”nin toprakları devler, cüceler, köpek suratlı köleler ve Amazonlar tarafından mesken edilmiş olsaydı, bu toprakların etrafındaki denizler de büyük ihtimalle böyle yarı kadın-yarı balık, baştan çıkarıcı yaratıklarla dolu olurdu.

Kardinal D’Ailly’nin kitabı ve Mandeville’in yayınlanmış olan fantastik hikayeleri, “Rahip John”, Marko Polo ve diğerleri, okuyabilen imtiyazlı kaşifler arasında, ilk deniz kızı sanrıları için yaratıcılığı teşvik ediyordu. Ama okuma yazma bilmeyen denizcilerin büyük çoğunluğu için yalnızca, Avrupa limanlarında dönen batıl inançlar ve vahşi dedikodular vardı. Eski deniz yolculuklarının şiddetli fiziksel ve duygusal yoksunluğu da bunlara eklenince, bazı seyir defterlerinin de onayladığı gibi denizcilerin fantezileri ve engellenemez halüsinasyonları koyalca tetikleniyordu.

Milattan sonraki ilk yüzyıla kadar gidersek, Büyük Plinty, vücutları “kaba ve bütünüyle pullu” olan deniz kızlarının ve “deniz perileri”nin varlığına ikna olmuş birisiydi. Ancak asıl resim, yaratığın klasik formu ile, Physiologus’un etkileyici beşinci yüzyıl Bestiary’sinde (hayvanlarla ilgili hikayeler içeren kitap) ortaya konuldu. Hayvanlar ve onların doğaları hakkında olan bu inceleme 1724’e kadar tüm dünyada birçok tercümesiyle beraber basıldı ve yayımlandı. Physiolohus’a göre bir deniz kızı, “göbeğinin üstü bir bakire, göbeğinin altı ise bir balık olarak mükemmel şekillendirilmiş bir deniz yaratığıdır ve bu yaratık fırtınada memnun ve neşeli, açık havada ise üzgün ve ciddidir.” Doğasının garip karşıtlığı daha sonra Hıristiyan yazarlarca, bilhassa rahiplerce geliştirilip detaylandırılacak bir karanlık yan sunmaktadır.

On üçüncü yüzyılın ortalarına varıldığında deniz kızları, Hıristiyan rahiplerinin ve katiplerin vakayinamelerinde ve teolojik ansiklopedilerinde, hem fiziksel hem de ruhsal anlamda bütünüyle tanımlanmışlardı. Bu eserlerden biri olan Bartholomew Angelicus’un De Propietatibus Rerum’u, deniz kızını ölümcül cazibeli bir kadın haline getirdi. Deniz kızları denizcileri tatlı müzikleriyle baştan çıkarıyorlardı. “Fakat işin aslı onlar sağlam fahişelerdir” diyordu, “erkekleri zavallılığa ve zarara sürüklerler.” Tipik olarak bir deniz kızı, tayfayı uyuşturup uykuya daldırır, bir denizci kaçırır ve onunla sevişmek için onu “kuru bir yer”e sürükler. Eğer denizci reddederse, “o zaman onu katleder ve etini yer.

(Nuh'un Gemisinin yanındaki deniz kızı,Nuremberg İncilinden bir tasvir, 1483)

Rahiplerin, deniz kızlarının sadece ahlaki görünüşleriyle değil aynı zamanda meşhur sanrıları, tevilleri ve en nihayetinde onları Hıristiyanlaştırma çalışmalarıyla da uğraşmaları çok şaşırtıcı değildir. Deniz kızlarının ruhlarını refaha erdirme meselesi Orta Çağ'da ve sonrasında bir tartışma meselesi haline geldi ve bazı dini takvimlere göre altıncı yüzyılın başlarında İrlanda’nın kuzeydoğu açıklarında bir deniz kızı yakalandı, vaftiz edildi, eğitildi ve “Aziz Murgen” adını aldı.

Kilise, tabii olarak, halk arasındaki pagan efsanelerine ve inançlarına kendi çıkarlarına uygun bir şekilde yaklaşıp onları uyarlamak konusunda her zaman hızlı davranmıştı. Deniz kızı bir erdem ya da günah simgesi olarak oldukça kullanışlı olabilirdi. Bir Karmelit keşişi olan John Gerbrandus, 1403 yılında Hollanda’da bir “vahşi kadın”ın denizden kırık bir duvara sürüklendiğini ve kuyruğunu civar toprak setlerdeki çamura vururken civardaki sütçüler tarafından bulunduğunu kaydeder. Giysili ve besilidir, perdeli parmaklarıyla yün örmeyi öğrenmiştir. En nihayetinde Haarlem’e götürülür, orada ona “haça tapmak” öğretilir ve deniz kızı on beş sene boyunca sessiz bir takva ile yaşar. Bu hikaye John Swan’in 1635’te basılan Speculum Mundi’sinde de onaylanmıştır.

Din, 1560’ta Ceylon açıklarında balık ağlarına yakalanan yedi deniz kızı için bilimsel soruşturmaya girişir. Bir grup cizvit ve Goa valisinin yardımcısı olan Bosquez adında bir hekim, otopsiler yapıp bulgularını yıllık “Relations of The Society of Jesus”ta yayınlarlar. Deniz kızlarının anatomik ve ruhsal anlamda insanlarla eşdeğer oldukları sonucuna varmışlardır.

Yaratıklar büyük ihtimalle, Amerikan denizayılarının Asyalı akrabaları olan dugonlardı, Yunan gezgin Magasthenes tarafından Hint Okyanusunda dördüncü yüzyılda keşfedilmişlerdi. Ama 1560’a gelindiğinde insanların deniz kızları hakkındaki kültürel fikirleri genel deniz memelileri hakkındaki algılarıyla düzenli olarak karışıyordu.

(Aldrovandi'nin Historia Monstrorum'undaki çizimi, 1599)

Bu entelektüel zirveyle beraber, 1599’da, Bolognalı Ulysses Aldrovandi’nin tuhaf ama görkemli resimlendirilmiş Historia Monstrorum’u (Canavarlar Tarihi) ortaya çıkar. Hayvanlar aleminin bu kapsamlı katalogu, birçok diğer bilinen “canavarlar” arasında deniz kızlarını da sayar ve meşhur çizimlerinden birisinde, Nil deltasında bir sivil sulh hakiminin iki saat boyunca birbirlerine sarılırken gözlemlediğini söylediği bir deniz adamı ve eşi de vardır. Rönesansın önde gelen hayvanbilimcileri arasında, Aldrovandi bilhassa ilginç söylentiler avcısı olarak nam salmıştı. Eseri, bugün bakıldığında, organize olmuş cehaletin grotesk ve öğrenilmiş bir özetidir. Peki ya dönemin meşhur kaşiflerinin bizzat gözleriyle gördükleri bu olaylara ne demeli?

1608’de, İngiliz denizcisi Henry Hudson, Çin’in baharat pazarına giden bir kuzey-doğu yolu bulabilmek için çıktığı ikinci seferinde, Rusya’nın arktik kıyısındaki kutup buzlarının civarlarında dolaşıyordu. 15 Haziran’da Nova Zembla açıklarında Hudson, seyir defterine şu satırları yazdı:

Bu sabah, denize bakan yoldaşlarımızdan birisi bir deniz kızı gördü ve onu görmesi için birkaç yoldaşını çağırdığında bir deniz kızı daha belirdi, o ana kadar gemiye oldukça yakındı, adamlara samimi bir şekilde bakıyordu; bir süre sonra bir dalga gelip onu devirdi. Göbeğinin üstü, sırtı ve memeleri bir kadınınki gibiydi, bedeni bizden birininki kadar büyüktü; derisi oldukça beyazdı ve sırtına dökülen uzun bir saçı vardı, siyah renkte; uzandığında onun bir domuz balığınınkine benzeyen ve uskumru gibi benekli olan kuyruğunu gördüler.

İleri sürülen bu iddia Hudson’ın iddiasına bir parça kesinlik kazandırıyor. Ama bu bir mors olamaz mı? Ya da bir yunus balığı? 1860’larda, deniz kızının yeni bir zoolojik tür olabileceğini ilan eden seçkin Viktoryen biyolog P. H. Gosse’ye göre cevap hayır. Gosse, Hudson’ın soğuk-deniz denizcilerinin yunus balıklarını ve morsları, “henüz tanımlanamamış bir varlık formu” ile karıştırmayacak kadar bilgili olduklarını söylüyor. Doğa Tarihi Romanı’nda (1861), Gosse aynı zamanda Afrika’da rastlandığı iddia edilen “tek boynuzlu at(unicorn) ve Güney Amerika’da bulunma ihtimali olan “eski dünya büyük insansı maymunu(great anthropoid ape, birisi Türkçe harika bir dildir falan diyordu, onu sahneye davet ediyorum) hakkında da oldukça heyecanlıdır.

(Varşova Ordu Arması, 1659)

Hudson’ın yolculuğundan altı sene sonra, bir başka İngiliz kaptan John Smith, Karayip’te “mümkün olan tüm inayetiyle yüzen” bir deniz kızı görür. En başta, bedeninin üst bölümü mükemmel bir şekilde insana benzediğinden bunun bir kadın olduğunu düşünür. “Fazlasıyla yuvarlak, büyük gözleri, harika biçimli bir burnu (biraz fazla küçük); biraz fazla büyük, güzel şekilli kulakları” vardır “ve uzun, yeşil saçı hiçbir anlamda gösterişsiz olmayan esas bir karakterin parçası”dır. Smith, yaratık aniden dönüp “belinin altındaki balığa meydan” verdiğini gösterene kadar “aşkın ilk etkilerini çoktan tecrübe etmeye başlamış” olduğunu itiraf eder.

Nasıl olduysa yüzyıllar boyunca, deniz kızları hakkındaki en etkileyici bilgiler ruhban sınıfınca toplanmıştır. Afrika’daki Hıristiyan misyonerler, 1700’lerde Angola yerlilerinin, deniz kızlarını yakalayıp yedikledini keşfettiklerinde derin bir endişe duymuşlardır. Bu keşif, kafa karıştırıcı bir teolojik soruyu beraberinde getirmiştir: deniz kızları en azından yarı-insan olduklarına göre, yamyamlık vakaları Kilise tarafından cezalandırılabilir sayılmalı mıdır?

Avrupa’da oldukça geniş bir entelektüel ilgi uyandıran bir olayda, Hollandalı denizciler Borneo açıklarında bir “deniz hanımı” yakalayıp onu büyük bir fıçıda yaklaşık bir hafta tuttular. Bu, bir buçuk metre uzunluğunda, zaman zaman “bir fareninki gibi ufak hıçkırıklarla ağlayan” meşhur “Amboinli Deniz Kızı”ydı. Fıçıda öldükten sonra dışkısı incelendiğinde bir kedininkini andırdığı tespit edildi. Yaratığın bir kitaptaki resminden oldukça etilenen Rus Çarı Büyük Peter 1717’de Amsterdam’a, deniz kızının esaretiyle ilgili bazı gerçekleri öğrenebilmek için kitabın yayımcısıyla görüşmeye tebdili kıyafet gitti.

Orjinal bir deniz kızı bulma arzusu, “Aydınlanma Çağı”na da dinmek bilmeden uzandı ve sayısız Avrupa neşriyatı, yaratığı gören ve onunla iletişime geçen insanlardan bahsetti. Örneğin 1739’da, The Scots Dergisi, Halifax gemisinin Doğu Hint Adalarında istihkakını alamayan mürettebatının birkaç denizkızı yakalayıp yedikleri haberini yayınladı. Londra’ya vardığında denizciler, yakalanan deniz yaratıkların nasıl “yüce bir hassasiyet”le inlediklerini anlattılar. Etleri, anlattıklarına göre, dana eti gibiymiş.

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru; Newton, Priesley, Watt, Owen ve “Aydınlanma Çağı”nın birçok diğer teorisyen ve bilim insanlarının kayıtları deniz kızlarına yönelik ilgide bir düşüş ortaya koymuş gibi gözükür. Ama bu dönemin sonlarına doğru, deniz edebiyatı, tüm sınıflardan insanların deniz kızlarına yönelik ilgisini doruklara taşımıştır. Benwell ve Waugh’un “Sea Enchantress (Büyüleyici Deniz Kadını)”nda yazdıkları gibi, deniz kızlarının büyüleyici ve gizemli bir mesele olarak kaldığı 19. Yüzyılda, deniz kızlarına olan inanç azalmış ancak ona duyulan ilgi daha bile artmıştır.

Belki de diğerlerine göre yüksek okuma-yazma oranına sahip olduğu için İskoçya’daki deniz kızı görme hikayeleri bilhassa detaylı ve gerçekçidir. 1797’de, Caithnesslı bir öğretmen olan William Munro, bir kayanın üstüne oturmuş omzuna dökülen uzun saçlarını vakur bir şekilde tarayan bir deniz kızı görür. Alnı yuvarlaktır, “dolgun bir yüz, al yanaklar, mavi gözler, doğal halinde bir ağız ve dudaklar.” 1811’de M’Isaac adlı bir çiftçi, Kintyre’de bir uçurumun kenarında, “boş bir ifadeyle bakan” bir deniz kızı görür. Yaratık memesini okşayıp yıkar ve rüzgarda uçuşan saçlarını el çabukluğuyla tarar, yelpaze biçimli kuyruğu bu sırada “huzursuz bir kıpırtı içinde”dir.

(Starbucks Coffee, şaşırdın dimi koduğum?)

Ama çok daha ünlü bir olay, Dışarı Hebridlerde küçük bir ada olan Benbecula’da, 1830 yılında meydana gelmiştir. Kıyıda suyosunu kesen bir çiftçi kadın, yaklaşık bir metre ilerisinde mutlu bir şekilde takla atan “minyatür kadın”ın balıksı formunu görüp ürker. Kuyruğunu şaplatarak uzaklaştığı için insanlar onu yakalayamazlar ama bir oğlan bir taşla onu arkasından vurur. (Deniz kızı gören masum köylüler.) Günler sonra deniz kızının cesedi kıyıda yıkanır. Zarif ceset geniş bir kalabalığın ilgisini uyandırır. Bölge yetkililerince titiz bir inceleme gerçekleştirilir ve sonuçlar kaydedilir. Herkes bunun bir deniz kızı olduğunu ve kısmen insan özellikleri sergilediğini kabul etmiştir. Sonuç olarak, bir tabutla defnedilir ve tabut, adanın hukuk mahkemesi başkanının emriyle hazırlanır.

Benbeculalı Deniz Kızı”nın detaylı incelemesi 1900’de, seçkin bir Gal alimi olan Alexander Carmichael tarafından titizce hazırlanıp yayınlanır. Bu incelemeye göre yaratığın üst kısmı “anormal gelişmiş memelerle birlikte, üç ya da dört yaşlarında besili bir çocuğun ebatlarına yakın”dır. “Saçı uzun, siyah ve parlak, fakat derisi beyaz, yumuşak ve narin”dir. “Bedeninin alt tarafı somon balığı gibi ama pulsuz”dur.

On dokuzuncu yüzyıl boyunca, P.T. Barnum’unki de dahil olmak üzere, Atlantik’in iki tarafında da sayısız sahte deniz kızları sergilendi. 1850’de Japonya’ya yaptığı ziyarette Andrew Steinmetz, bu garip şeyleri oradaki balıkçıların, bir çeşit kulübe endüstrisi olarak maymun cesetlerinden ve büyük balıklardan yaptıklarını keşfetti.

Onca zaman geri dönen balıkçılar, bu sahte deniz kızlarını evlerine hediye olarak getirmişlerdi; hatta bunlardan bazıları Avrupa müzelerinde yer edinmişlerdir. The Magic Zoo adlı kitabında Peter Costello, bu örneklerden birinin, nesillerden beridir ona sahip olan ve onunla övünen bir aile tarafından saygın deniz biyoloğu Alistair Hardy’e hediye edildiğini yazar. Ceset üzerinde yapılan bir X-ray, cesedin iki yarısının bir arada durmasını sağlayan telleri açığa çıkarmıştır. British Museum bu ufak deniz kızını 1961’deki ünlü hileler ve sahtekarlıklar sergisi için almıştır.

Seyahatlerin, uğraşların ve yalnızlıkların baskılarıyla ve inanma isteğiyle birleşerek, deniz kızı efsanesi insan algısını yüzlerce yıl saptırmıştır. Geçmişte deniz kızı gördüğünü düşünen insanların fikirlerindeki sabitlik, geçmişe gidildiğinde, gülünç bir tuhaflık meydana getirmiştir; fakat bu, temelde, bugün uçan disklerin hareketine ve Loch Ness canavarına şahitlik edenlerin fikri sabitliğinden çok çok az farklıdır. Hayalgücünün birçok ürünü gibi, deniz kızı da, zararsız bir yoldan insanlığın en ilgi çekici tasavvurlarını görülmeyen şeylerin oluşturduğu çelişkisine bir örnektir.

Orjinal Metin

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bazı Kelimeler

Dil konusuna gelince Mustafa Hoca'nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir deftere Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:

Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de aynı dilde "diphteria" yani yüzülmüş hayvan derisinin bir biçimi, difteri hastalığı da derinin iltihabıymış.

Poblin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, "papalino" İtalyanca.

Sandviç'in tarihi de ilginçti; 18. yüzyılda yaşayan İngiliz lordu Earl of Sandwich, kumarbazın biriydi. Kumara öylesine düşkündü ki, yemek yemeğe oturacak vakit bulamıyordu. Bir yandan kumar oynuyor, bir yandan da ekmek dilimleri arasına koydurduğu söğüş etleri yiyordu.

"Piyango" da İstanbul'da yaşayan bir İtalyandı: Beyoğlu'nda talih oyunlarının imtiyazını "Bianco" adlı bir dükkan sahibi almıştı.

Mustafa İnan böyle çözümlere ulaştıkça çocuk gibi seviniyordu. Fakat bu "serbest" de ne demekti? Ser-best, başı bağlı demekti. Öyle şey olur muydu canım? Olurdu. "Tedbir" gibi, akıllı uslu bir kelime, hiç de hoş olmayan "dübür" yani "arka" sözünden türemişti, arkasını düşünmek demekti. "Çocuk" kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına gelmesi pek mi hoştu sanki?

Müezzin: (kökü) kulak; tümen: bunun karşılığı basit, Özbekçe on bin demekmiş. Fransız dokumacı Baptiste de bilmemkim Türkiye'ye gelinceye kadar "patiska" olmuş. İlk boykot, İrlandalı arazi sahibi Mister Boycott'a karşı 1880'de yapılmış. Mösyö Nicot da tütünü Fransa'ya getirerek "nikotin" denilen zehiri başımıza bela etmiş, İranlılar "şeftali"yi "şeftalû" yani semiz erik sanıyorlarmış. "Kapuska" da aslında bir yemek adı filan değil, Rusçada lahana demek sadece.

Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi "elinin körü" diyoruz; aslı, "ölünün körü", yani "ölünün mezarı" demek. Kadayıf'ın "ketaif", yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir miydiniz? Elbette "bahşiş", Farsça "bağış vermek"ten gelecek.

Mustafa İnan düşünüyordu: İnsanlar ne kadar bilirse, toleransa da o kadar fazla yer verecekler. Kelimelerin köklerini öğrenmek bile bir sürü boş inancı, yanlış anlamayı ortadan kaldırabilir. Bütün Batılılara "gavur" diyoruz; halbuki Farsçadan aldığımız bu kelime "ateşe tapan" demektir. Şu Avrupalılara, haklı da olsa, ne kadar kızılırsa kızılsın, onların ateşe taptıklarını ileri sürebilir miyiz? Museviceden, Ermeniceden, Yunancadan ne kadar çok kelime aldığımızı bilsek, azınlıklara bu kadar kızabilir miydik? Otelci Gabi Vartanyan, "Mustafa hoca bana Ermeni hikayeleri anlatırdı," diyor. "Gabi, bak Ermenice öğreniyorum," dedi bir gün. Ben "Ne yapacaksın Ermeniceyi?" deyince, "Öyle deme," dedi, "Sizin büyük maziniz vardır." Benden birçok Ermenice kelime öğrenci. Bir gün de "Gabi, sen bir Türkten daha Türksün," dedi; ben de ona, "Nasıl demek istiyorsun?" deyince, "Bir Ermeninin bizim hakkımızda düşünmesi gerektiği şekilde düşünüyorsun," dedi. Bu konularda bir dretnot (İngilizce, dread nough: korkusuz) gibi korkusuzdu hoca.

İnsan öğrendikçe, bildikçe evrenselleşir. "Efendi"nin Yunancadan geldiğini (aftendis) bildikten sonra insan başka türlü düşünür. Kilit (kleidi), harita (kharta), fener (fenarion), cins (genos) ve hatta temel (themelion) de aynı dilin kelimeleridir aslında. Bizim "boş" da İngilizceye (bosh) geçmiş. Kimin kimden hesap soracak hali var?

Oturduğumuz şehirler de binlerce yıllık tarihin ürünü: Edirne (Hadriana-polis), Konya (Ikonion) -bu şehirde oturan mutaassıp vatandaşlar buna üzülür mü acaba?- Kütahya (Kotiaeion), Trabzon (Trazpezus), Ereğli (Herakleia).

Arapça "hudut" kelimesini beğenmemişiz, sınır demişiz, diyor Mustafa Hoca; halbuki "sinoros", hudut taşı demek Yunanca. İklim'in "klima"dan geldiğini hiç düşündünüz mü? Düşünmedinizse de zarar yok, ben sizin yerinize düşünüyorum; belki bir gün siz de düşünürsünüz. Peki "omuz" da mı yabancı? Evet, "omos" aynı anlama geliyor. Kambur da öyle (kambura). Irgat da öyle (ergatis). İnanmayacaksınız ama "demet" de öyle (demation). Hoca, artık bu kadarı da safsata. Efendim, "safsata", "sofisteia"dan gelir; özentili ve aldatıcı buluş, demektir.

Deyimleri inceleyince de olmadık durumlarla karşılaşıyor insan: "Sıfırı tüketmek" derken, aslında sıfırla filan ilgili bir şey söylemiyorsunuz: "Zafir'i (soluğu)" tüketmişsiniz. "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." Burada "Ana" bildiğimiz "anne" değil, bir yerin adı. "Atlı karınca" da aslında "atlı karaca" olacak. Her şey zamanla değişiyor: "Beş aşağı, beş yukarı" ne demek? Olmaz öyle şey. "Beş (alın) aşağı, baş yukarı" dolaşır insan. "Darısı başıma" mı? Hayır. "Darısı (ilacı) başıma". Saçı dökülenler için söylenmiş olacak. İşler "eni konu" karıştı. Hayır, işlerin "önü sonu" karıştı; değil mi beyler?

Oğuz Atay, Bir Bilimadamının Romanı, sf 166-168.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Yeni Putlar Hakkında


Bazı yerlerde daha uluslar ve sürüler vardır, ama bizde yoktur kardeşlerim: burda devletler vardır. Devlet mi? O da ne? Peki! Şimdi bana kulak verin, size ulusların ölümünden söz açacağım.

Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o ve ağzından şu yalan sürüne sürüne çıkar: "Ben, devlet, ulusum ben." Yalan! Yaratıcılardı ulusları yaratanlar ve onların üstüne bir inanç ve sevgi asanlar: böylece hayata hizmet ettiler.

Yıkıcıdırlar, nicelere tuzak kuranlar ve buna devlet diyenler: onların üstüne bir kılıç ve yüzlerce arzu asarlar. Nerde daha ulus varsa, orda devlet anlaşılmaz; kem göz ve yasalara, törelere karşı işlenmiş bir günah sayılarak ondan nefret edilir.

Size şu belirtiyi veririm: her ulus kendi iyilik ve kötülük diliyle konuşur: komşu anlamaz bunu. O, dilini yasaları, töreleri içre yaratılmıştır kendine. Fakat devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler ve ne söylese yalandır - ve nesi varsa hepsi çalıntıdır.

Düzmedir onda her şey; çalınmış dişlerle ısırır bu ısırgan. Bağırsakları bile düzmedir onun. İyilik ve kötülük dillerinin karışıklığı: devletin belirtisi olarak bu belirtiyi veririm size. Gerçek ölüm istemini gösterir bu belirti! Gerçek, ölüm vaizlerini çağırır o!

Gereğinden arta insan doğuyor: gereksizler için yaratılmıştır devlet! Hele bakın, devler nasıl ayartıyor bu gereksizleri! Nasıl yutuyor, çiğniyor da çiğniyor onları!

"Yeryüzünde benden büyüğü yoktur: düzenleyen parmağıyım ben tanrının" -böyle böğürür o canavar. Ve yalnız uzun kulaklılar ve kısa görüşlüler değildir diz çökenler! Ah, size de fısıldar, ey ulu canlar, karanlık yalanlarını o! Ah, kendilerini harcamayı seven zengin gönülleri bulur çıkarır o!

Evet, sizi de bulur çıkarır o, ey eski tanrıyı yenenler! Siz savaştan yorgun düştünüz, şimdiyse yorgunluğunuz yeni puta yarıyor! Çevresine kahramanlar ve onurlu kişiler dizmek ister o, yeni put! İyi vicdanların günışığında ısınmayı sever o, -soğuk canavar!

Siz ona taparasanız, herşeyi verir size, bu yeni put: böylece erdemlerinizin parıltısını ve gururlu gözlerinizin bakışını satın alır. Gereksizleri ayartmada sizi yem olarak kullanır. Evet, cehenneme vergi bir araç uydurulmuştur burda, tanrısal şereflerin süslü koşumu içre şıngırdayan bir ölüm atı!

Evet niceler için bir ölüm bulunmuştur burda, kendini hayat gibi över: gerçek, yürekten bir yardım bütün ölüm vaizlerine! Devlet derim ona, herkesin ağı içtiği yere, iyilerin ve kötülerin: devlet, herkesin kendini yitirdiği yer, iyilerin ve kötülerin: devlet, herkesin ağır ağır kendi canına kıymasına "hayat" denen yer.

Şu gereksizlere bakın hele! Türeticilerin eserlerini ve bilgelerin hazinelerini çalarlar: kültür derler hınzırlıklarına, -ve herşey sayrılık ve sıkıntı gelir onlara! Şu gereksizlere bakın hele! Hep sayrıdır onlar; safralarını kusarlar ve buna gazete derler. Birbirlerini yutarlar ve kendilerini dahi sindiremezler. Şu gereksizlere bakın hele! Servet edinirler ve bununla züğürtleşirler. Güç isterler, en çokta güç kaldıracını, bol parayı isterler, -bu yetersiz kişiler!

Tırmanışlarına bakın şu çevik maymunların! Birbirinin sırtına binerek tırmanırlar, böylece çamura ve uçuruma yuvarlanırlar. Hepsi de tahta ulaşmak ister: bu onların çılgınlığıdır, -tahtın üstünde sanki mutluluk otururmuş gibi! Çokluk çamur oturur tahtın üstünde, -tahtta çokluk çamurunun üstüne oturur.

Bana hepsi çılgın görünür bunların ve tırmanan maymun ve azgın görünür. Burnuma kötü kokar putları, o soğuk canavar: hepsi de kötü kokar burnuma, bu putperestlerin!

Kardeşlerim, bunların ağızlarının ve iştahlarının dumanında boğulmak mı istiyorsunuz? Pencereleri kırıp dışarı fırlasanız. Kötü kokunun yolundan çekilin! Gereksizlerin putperestliğinden uzak durun! Kötü kokunun yolundan çekilin! Bu insan kurbanlarının buğusundan uzak durun!

Yeryüzü ulu canlar için açık duruyor daha. Nice yerler- çevresinde durgun denizlerin kokusu yüzen -yalnızlar ve yalnız çiftler için boş duruyor daha. Ulu canlar için özgür bir hayat açık duruyor daha. Gerçek, malı az olanın köleliği az olur: ne mutlu küçük yoksulluğa!

Orada, devletin bittiği yerde, orada başlar gereksiz olmayan insan: orada başlar gerekli kişilerin türküsü, o eşsiz, o benzersiz ezgi. Oraya, devletin bittiği yere, -oraya bak, kardeşim! Görmüyor musun gökkuşağını ve köprülerini üstinsanın?

Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, sf 72 - 75.

10 Mayıs 2011 Salı

Carl Sagan ve Esrar

(Bu beyanat, Marihuana Reconsidered (1971) kitabının basımı için 1969 yılında kaleme alınmıştır. Sagan bu sırada otuzlu yaşlarının ortalarındadır. Hayatının geri kalanında da kenevir kullanmaya devam etmiştir.)

Başlangıçta kullanıma başlamak için isteksizdim, ama kenevirin ortaya çıkardığı görünen keyif (öfori) ve bu bitkiye karşı hiçbir fizyolojik bağışıklığın sözkonusu olmaması beni neticede denemeye razı etti. Ara sıra içtim ve oldukça keyif aldım. Esrar, ağır işleyen duyuları harekete geçiriyor ve benim için çok daha fazla ilgi çekici olan etkiler yaratıyor.

Kenevir tecrubesi, daha önce hiç bu kadar beğeni duymamış olduğum bir konu olan sanata takdirimi fazlasıyla arttırdı. Kenevirle beraber çok benzer bir artış da müziğe duyduğum beğenide oldu. İlk defa üç parçalı bir harmoninin birbirinden ayrı bölümlerini ve kontrpuandaki zenginliği duyabiliyordum.

Yemekten aldığım haz da genişledi; fark edebilmek için her zaman bir sebeple çok meşgul gözüktüğümüz tatlar ve aromalar su yüzüne çıktı. Kenevir aynı zamanda seksten alınan hazzı da körükledi. Kendimi olağan şekilde dindar bir kimse olarak görmüyorum, ama bazı uçuşlarda dinî bir hâl ortaya çıkıyor. Her alanda yükselen duyarlılık, bana, çevremi saran hem canlı hem cansız varlıklarla bir paylaşım yaşamanın hissini sunuyor.

Uçunca geçmişe dalabiliyorum, çocukluk hafızalarımı canlandırabiliyorum, yok olmuş bir çağda kalmış arkadaşlarımı, akrabalarımı, oyuncaklarımı, sokakları, kokuları, sesleri ve tatları... Zamanında yarım yamalak anladığım o çocukluk olaylarının mevcut görünümlerini yeniden yapılandırabiliyorum.

Uçtuğumda edindiğim görülerin çoğunun, genelde insanların beni özdeşleştirdiği alandan çok farklı bir yaratıcı uzmanlık alanı olan toplumsal meseleler hakkında olduğunu anlıyorum. Uçmuş bir halde karımla duş alırken aklıma ırkçılığın kökenleri ve çarpıklıklarını Gauss tipi dağılım eğrilerine dayanarak açıklama fikrinin gelmesini hatırlıyorum. Bir yönüyle çok açık seçik olan ama hakkında nadiren konuşulan bir noktaydı. Sabun köpükleriyle duşakabine eğrileri çizdim ve aklıma gelen fikirleri not etmeye gittim. Bir fikir bir başkasını doğurdu ve yaklaşık bir saatlik oldukça sıkı bir çalışmanın sonunda toplumsal, politik, felsefî ve insan biyolojisiyle ilgili birçok konuda on bir kısa makale yazmış buldum kendimi. Boşluk sorunu yüzünden bu makalelerde detaylara giremedim ama tüm dışarıdan bakışlara, örneğin kamuoyuna ve uzmanların yorumlarına göre makalelerim muteber görüler içermekteydi. Onları üniversite mezuniyet hitaplarında, halk konferanslarında ve kitaplarımda kullandım.

Kenevirin (ve büyük ihtimalle diğer uyarıcıların), toplumumuzun ve eğitim sistemimizin kusurları sebebiyle bu uyarıcılar kullanılmadan ortaya çıkmayan bazı samimî ve sağlam bakış açılarını açığa çıkardığına kani oldum.

Eğer uçtuysanız ve çocuğunuz size sesleniyorsa, normalde cevap verdiğiniz düzeyde cevap verebilirsiniz. Kenevirle uçmuşken araba kullanılmasını savunmuyorum, ama yine de kendi bireysel tecrubelerime dayanarak bunun da yapılmasının kesinlikle mümkün olduğunu söyleyebilirim. Uçuşlarım, sarhoş olduğum zamanların aksine her zaman düşünce dolu, barışçıl, entelektüel anlamda heyecan verici ve arkadaş canlısı olmuştur; üstüne bir de içkiden kalma ertesi gün başağrısını da hiç yaşamamışımdır.

Kenevirin yasal olmayışı insafsızlıktır; gittikçe deliren ve tehlikeli hale gelen bu Dünya'da ölesiye ihtiyaç duyulan sükûnet ve öngörünün, duyarlılık ve refakâtin ortaya çıkmasına yardımda bulunan bir uyarıcının tam randımanlı kullanımına konulmuş bir engeldir.
Orjinal Metin

26 Nisan 2011 Salı

Vicdan'ı Ret

İngilizce'de "vicdan" kelimesinin karşılığı olup olmayacağı yönünde bir düşünceye girişmiştik arkadaşımla. Çevirinin imkansızlığına inanan biri olarak başta söylemeliyim, farklı coğrafyalarda yaşayan (yaşamış) ve farklı tarihsel süreçlerden geçmiş iki ayrı toplumun gördükleri nesneleri birbirlerine hatırlatmak için kullandıkları kelimelerin, bu kelimeler aynı kökten türemiş olsa bile, birbirini asla karşılamayacağını düşünüyorum. Elbette bu somut varlıklar üzerinden tartışabileceğim bir söylem. Mesele soyut şeylere; düşüncelere ve duygulara gelince bunu tartışmam bile. Her neyse.

"Conscience" aklımıza ilk gelen kelimeydi. Köken olarak "con" ve "science" kelimelerine dayanıyor. "Con", toplumsal bir işlevi belirten Latince kökenli bir ek. "Science", bilim demek. Latince'de "bilgi" demek olan "scientia" kelimesine dayanıyor. Yani, "conscience", "kolektif farkındalık" demek. Kelime'nin ilk olarak (Latince haliyle) Cicero'nun tarih kayıtlarında bulunmuş olması, ve Cicero'nun idealist çağın resmî tarihçisi olarak bilinmesi, bu kelimenin idealist düşünürler tarafından ortaya atıldığını düşünmeye itiyor beni. Ya da kelime bu şekilde kullanılmaya o zaman başlanmış olabilir. Şöyle ki,

Kolektif bir farkındalık zaten varolan bir şeydir. Toplumsal bilinç oluşmaya başladığı anda, yani bireyler bir araya gelip bir toplum oluşturmaya ve bir toplum olarak olgu ve olayları değerlendirmeye başladıkları anda toplumsal doğrular ve toplumsal yanlışlar ortaya çıkacaktır. Toplumsal doğrular ve yanlışlar, kabul görme süreçleri içerisinde toplumsal ahlakın oluşmasını tetikleyeceklerdir. Toplumsal ahlak kökleştikçe kabullenme kesinleşecektir. (Burada kabullenmeyi sorgulamanın zıttı olarak alıyorum.) Bunun neticesinde toplumsal kabulleniş, toplumsal farkındalığa evrilecektir.

Durumu somut ifade edeyim. İskandinavya'da yaşayan ufak bir Sami topluluğu düşünelim. Bunların Pagan olduklarını varsayalım. Misyonerler aralarına sızmaya başladıkça içlerinde Hıristiyanlığı seçen bireyler ortaya çıkıyor. Hıristiyanlığın tek-tanrıcı öğretisi toplum tarafından anlaşılamadığından İsa'yı da kendi tanrılarından biri olarak görüp ona inananları bir mezhep olarak değerlendiriyor ve durumu tehlikesiz buluyorlar. Zamanla belirginleşmeye ve ayrışmaya başlayan Hıristiyanlık bu toplumu ikiye bölüyor. Paganlar ve Hıristiyanlar. Derken Kara Veba yılları başlıyor ve halk büyük bir kayba uğruyor. Pagan toplum, tek-tanrıcı inancın doğayı kızdırdığına ve doğanın onlara bir ders verdiğine inanırken Hıristiyan toplum Paganizm'in kendi tanrılarını kızdırdığına inanacak. Tek bir örnek üzerinden gittiğimden paganları ele alıyorum. Artık onlar için Paganizm toplumsal doğru iken Hıristiyanlık toplumsal yanlış haline geldi. Mesele bir adım ileri gittiğinde, Hıristiyan olmak bir ahlaksızlık, Pagan kalmak ise ahlaklı olmak şeklinde evrilecek. Aynı şeyin tersi de Hıristiyan toplum için geçerli ama bunu bir kenara koyalım. Elimizde Pagan Samilerin bir ahlak öğretisi var. Zaman geçiyor, belki Kara Veba asrı bitiyor, o dönemi yaşayan kimse kalmamış ancak insanlar için Hıristiyan olmak halen ahlaksızlık. Bu da toplumsal bir kabulleniş oldu. Ve birisi kalkıp "ben artık Hıristiyan'ım" dediğinde diğerleri ona "başımıza bela açacaksın!" diyecekler. İşte kolektif farkındalık. Bir sanrı.

Bu akla yatkın bir fikir geliyor ama idealist filozofların farkındalıktan kasıtları bu değil. Onlara göre evrensel bir öz var. Bir idea. Zamanla bunun adı YHVH, İsa ve Allah gibi değişimler geçirecek kabullenilen toplumlarda, her neyse. İnsanlar bu özden birer parça taşıyorlar. Bu öz, her şeyi bilen bir öz ve dolayısıyla bu öze sahip olan insan da aslında her şeyi biliyor. Bu yüzden öğrenmek, varolan bilginin açığa çıkarılmasından başka şey değil. Dolayısıyla kolektif farkındalık, tüm bir toplumun doğuştan sahip olduğu bir şey. Herkes iyinin ve kötünün ne olduğunu biliyor, bunun farkında. İşte idealist yapısıyla "conscience" tam olarak bunu karşılıyor.

Yanlışlamak için farklı coğrafyalardaki farklı toplumların sahip oldukları iyi ve kötü yargıları arasındaki değişkenlere bakmanız yeterli olacaktır.

Şimdi "vicdan"a geliyorum. Arapça. "wejede" kökünden geliyor. Vecd yani; bulmak. Vicdan ise yine çoğullaşıyor; bulurlar. Birkaç örnekle pekiştireyim. Mevcut kelimesi wejede kökünden türüyor. Bulunan demek. Vücut da wejede'den türüyor. Hiçbir şey olmasa da elimizde bulunan şey bu neticede. Hemen hemen "conscience" ile aynı anlamı ifade eden bir kelime vicdan. Fakat şu farkla ki, ortaya çıkış anlamı doğrudan idealist. Ve tarihin hiçbir döneminde materyalist bir bağlama çekilemedi.

İşin ilginç yanı şu ki vicdan kelimesi Kuran'da geçmiyor. Hayır, vicdan anlamına gelecek çok sayıda şey kullanılmış. Örneğin "nefsillevvameti" geçiyor, rahatsızlık duyan içsellik demek. Kafirlerin kalplerinin mühürlenmesinden bahsediliyor, hatta tüm parçaya ulaşan ruhtan bile. Ama vicdan kelimesi bir kez olsun kullanılmış değil. Aklıma gelen tek ihtimal, diğer dönem metinlerinde de böyle bir kelimenin geçmiyor oluşundan hareketle, böyle bir kelimenin Kuran kaleme alındığı sırada Arapça'da bulunmadığı yönünde.

Peki vicdan kelimesi ne zaman Arapça'ya giriyor? Tam olarak bilme imkanım yok, fakat bu kelimenin yapısını oluşturan ilk kişi Gazali. Yani Sokrates'i kafir ilan edebilecek kadar okumuş şu İslam düşünürü. Yani, Muhammet'in yarım yamalak başlattığı idealizmi, tüm lugatıyla beraber İslam'a sokmuş olan idealist. "Vicdan"ı Gazali'den alıp geliştiren iki kişi var. Birisi Muhammet bin Zekeriya el-Razi. Diğeri ise İbn-i Sina. (Bu noktada el-Razi'nin bir deist olduğunu, hatta din fikrine doğrudan karşı çıktığını, "Peygamber Olduğunu İddia Eden Adamların Kurnazlıkları", "Vahiyci Dinlerin Reddi Üzerine", "Peygamberlerin Sahtekarca Oyunları" gibi kitaplar kaleme aldığını, Kuran'daki "hadi toplaşın da bunun gibi bir kitap yazın" ifadesi için "bunun gibi binlercesi yazılabilir" dediğini; İbn-i Sina'nın da bizzat Gazali tarafından "dinden çıkmış" ilan edildiğini; ancak her ikisinin de antik-Yunan idealist düşünürlerinin felsefelerinden etkilendiklerini hatırlatayım.) İslam'ın Altın Çağı denilen dönemde başka hiçbir Ortadoğu düşünürü vicdan üzerine farklı şeyler söylememiş.

Bu noktadan sonra, bir materyalist olarak "vicdan" denilen mevhumu da söküp atmam gerektiğine karar verdim. Evrensel ya da ruhsal değil de, toplumsal farkındalık anlamındaki vicdanı ise bir birey olarak kabullenmiyorum. Kendi doğru ve yanlışlarımı kendim var edebilecek kadar özgürsem, ya da bu özgürlüğe mahkum edilmişsem, artık vicdanın bok yeme süreci başlamış demektir. Kafamı kurcalayan ise, ben bu kadar özgür müyüm? Ya da sınırları ne kadar açabilirim. Artık bu konu üzerine eğilmenin vakti geldi de geçiyor.