18 Eylül 2013 Çarşamba

Post-Modern Üzerine Üç Ders, Kent Hakkı ve İslamcılık (kısacası aklıma ne geldiyse)



Kır tek seslidir. Müziğinde bile bunu görebilirsiniz. Kökeni Anadolu kırsalı olan halk müziği tek seslidir, bir bağlama çalınır ve bir türkü söylenir. Ama kökeni İstanbul kenti olan sanat müziği çok seslidir; kanun, tambur, ud, ney… Tesadüf değil, Amerika’nın güney kırsallarından çıkan country müziğinde bir gitar ya da bir keman vardır o kadar, kente vardığında yanına bir davul, bir bas, hatta zamanla klavye eklenerek rock’n roll’a evrilmiştir. Amerikan kırsallarına köle olarak getirilen siyahiler, Afrika’da akontingleriyle çaldıkları ezgileri bu topraklarda bir gitarla devam ettirmiş, ancak binlerce kilometre seyahatin ve yüzlerce senenin değiştiremediği bu tek-seslilik 1920’lerin Şikago’sunda bir saksafon, bir kontrbas ve bir piano ile kökünden bir değişime uğramış, Jazz çağını başlatmıştır. Karadeniz kırsalının kemençesi, Orta Asya bozkırlarının neyi, Afrika tamtamları, Ortadoğu defi, fareli köyün kavalcısı hep tek sestir. Belki de tarihi en net tutulan değişimlerden birini Jamaika müziğinde görürsünüz, tüm bir göçün, bir exodus’un başaramadığı şeyi, Bob Marley’in deyimiyle “betondan ormanlara” yapılan göç başarmış, Etiyopya halk ezgilerinin karnından reggae müziğini çıkarmıştır.

Cihangir kaldırımlarının çok-renklilik ve tek-renklilik mücadelesi aslında tipik bir kent-köy mücadelesidir; bu yazı biraz da bu çatışmanın tarihini anlatıyor.

Medeniyet kentte başlar. Bizzat medenî kelimesi bile bir şehir devleti olan Medine’den türemiştir. Aynı sözcüğün ecnebicesi olan civilization kelimesini alıp civil (vatandaşsal) citizen (vatandaş) ve en nihayetinde city (şehir) kelimeleriyle de karşılaştırabilirsiniz. Bunlar tesadüf değildir. Tüm bir Avrupa medeniyeti, şehir devletlerinden oluşan Antik Yunan’dan doğmuştur. Şehirleşen Mısır, sadece Ortadoğu’yu değil; koskoca İskender’i, koskoca Roma’yı, koskoca İslam’ı adam etmiştir.

Çağımızın en büyük post-marksist kuramcılarından ve filozoflarından biri olan David Harvey, Gezi olaylarını da Occupy bağlamında alıp, tüm bu 21. Yüzyıl isyanlarının karakteristiğinde bir “kent hakkı” kavramının yattığını ifade eder. Bu kavram içerisinde yeniden ürettiği kentlilik, bakış açımızı değiştirecek cinstendir. Bilhassa bir maddenin altını çizeyim, “diğer kentlilerle yaşamak bir kent hakkıdır.

Yani? Yanisi şu ki, diğerleriyle yaşamak bizim için bir zorunluluk değil, bir hak. Çünkü şehrin psikolojisi bunu yaratır. Çünkü şehir, yapı itibariyle çok seslidir ve buraya gelen insan, burada kendisi gibi olmayanlarla beraber yaşayacağını bilerek; bildiğine göre de arzu ederek gelmiştir. Farklı kökenlerden, farklı mezheplerden, farklı dinlerden, farklı ideolojilerden insanlarla tanışacağını, onlarla yaşayacağını, onlardan öğreneceğini ve nihayetinde onlarla karışacağını bilerek gelmiştir. Bu, şehir insanının bir hakkıdır. Öyleyse şehri ekonomik olarak sınıflandıran kentsel dönüşümler kadar sosyal olarak sınıflandıran mahalleleşmeler de her şeyden önce şehirlinin kent haklarına tecavüzdür; zira kenti dönüştürme hakkı proje sıçan mimarlara, bol keseden tapu dağıtıp kırk sene sonra hatırlamayan belediyelere değil bizzat kentliye ait olmalıdır.

Post-yapısalcı anlayışta etüt edilmesi gereken ilk fikir şu; “the author is dead (müellif öldü/ölüdür).” Yani söz ağızdan çıktığı an artık size ait değildir, siz ölmüşsünüzdür, söz üzerinde bir otorite (İngilizce’de “yazar” anlamına gelen “author” kelimesinin authority(otorite) kelimesinin de kökeni olması bu noktada çok önemli) sahibi değilsinizdir. Artık mühim olan bu sözü ne amaçla söylediğiniz değil, bu sözün ne amaçla algılandığıdır. Artık sözünüz size değil, duyanlara aittir. Kısaca “önemli olan metin değil metnin nasıl yorumlandığıdır.” Bu anlamda İslam kültürünü anlamak için Kuran okumanız fayda etmez, tefsirlerini okumalısınızdır. Önemli olan Kuran’ın ne anlattığı değil, toplumların onu nasıl anladığı, nasıl yorumladığı, nasıl uyarladığıdır. Cumhuriyet İslamı’nı anlamak için Elmalılı Hamdi’nin Batıcı tefsirine bakarsınız; Müslüman Kardeşler İslam’ını anlamak için Seyyid Kutub’un sadeleştirici tefsirine, Şii İslam’ını anlamak için Tabetabai’ninkine, vesaire…

İslamcılık bizde hep sebeptir, hiç sonuç olarak değerlendirilmez. Oysa bin senelik bir tarihi açıklamak için kullanılan bu ideolojinin kendi tarihi 1950’lerden daha aşağı gitmemesi ironiktir. Fakat her ideoloji tarihi kendi tekeline alır. Bu da Post-Yapısalcı teorinin ikinci büyük dersidir; gerçek tarih diye bir şey yoktur, ilkel insanın kabile hikâyeleri ne kadar gerçekse modern insanın tarih bilimi o kadar gerçektir; her dinin, her ulusun, her ülkenin, her halkın (kısacası her modern kabilenin) kendi insanlık tarihi vardır ve tabi ki narrative (anlatıcı) kabile bu tarihteki en güçlü unsurdur. Bu noktada tüm medeniyetin, sanatın ve felsefenin Batı’da doğduğunu, tüm ırkların Türklerden türediğini, tüm peygamberlerin Müslüman olduğunu, tüm hak ve özgürlüklerin Cumhuriyet ile kazanıldığını falan düşünüyorsanız; tüm insanlığın anasının kabilesindeki totem olduğunu düşünen ilkelden tek farkınız kendinizi “modern, bilimsel, rasyonel” olarak adlandırıyor olmanız.

Bu anlamda İslamcılık elbette tüm bir İslam kültürü tarihini kendi ideolojisine gösterge olarak atayacaktır. Kuran’ı da bu tarih ışığında yorumlayacaktır. Osmanlı’nın hukukunda örfî şeriat vardır, yani Kuran’dan ziyade toplumsal dinamiklere ulaşan bir şeriat. Recm cezasının uygulanmadığı, hırsızın elinin kesilmediği, eşcinselliğin çok da tuhaf karşılanmadığı, gayrimüslim düşmanlığının bulunmadığı bir şeriat; bilmiyorum İslamcılarımız ne kadar arzu ederlerdi. Dersimlilerin sünnileştirilmesi, İstanbul’un ve İzmir’in Rumlardan arındırılması, Ermenilerin etnik temizliğe maruz bırakılması gibi olaylar düşünüldüğünde tuhaftır ki İslamcılarımızın karşı olduğu İttihatçı-Cumhuriyetçi laiklik, Osmanlı şeriatından çok daha İslamcıdır. 

Post-Yapısalcı teorinin üçüncü dersi, “hiçbir şey doğru değilse her şey doğrudur” demek aptallıktır. Tarihin ve sözün göreceli olması, yorumlardan (discourses) oluşması, tüm yorumları eşit derecede doğru kılmaz. Hala bazıları daha nesnel, bazıları daha özneldir. Bundan sonra yazacaklarım, daha nesnel bir tarih anlatımından oluşmaktadır ancak kaynak maynak hak getire...

Her şeyimiz ithal, fındığı bile ithal ediyoruz; o da bir şey mi? İslamcılığı bile Alamanyalardan getirttik. Çünkü İslamcılık Almanya’da doğdu. Nazi Almanya’sı ve Stalin Sovyetleri arasında başlamış bir koca Cihan harbi, karşımıza yepyeni fikirlerle çıktı. Bilindiği gibi Sovyetler, kendisinden önce Çarlığın elde tuttuğu Güney Müslümanlarına cazip gelen bir öneriyle kurulmuştur; halkların özyönetimi önerisiyle. Özbekler, Tatarlar, Çerkezler, Kazaklar, Kırgızlar… Hepsi, kendi toprakları üzerinde bir özyönetimin kendileri için ideal olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Ekim Devrimi'ne ya katılmışlar, ya da destek olmuşlardır. Ne yazık ki Lenin’in, devrimin en büyük destekçisi olan Ukraynalı Makhnoculara tanımadığı, tanımadığı gibi de katliamlarla bastırdığı özyönetim hakkını Güney Müslümanları da alamamış; kurdukları halk meclisleri kapatılmış, vekilleri öldürülmüş, sürülmüştür. Stalin’in devletleştirme politikaları bu insanları mülksüzleştirmiş, kapattığı serbest pazarlar bu insanları dünyadan koparmıştır. Devamında gelen ateistleştirme programı ise tuza biber ekmiş, ibadethaneleri kapatılan bu insanların en temel din özgürlükleri dahi ellerinden alınmış, cenaze merasimlerine katılmak dahi insanların fişlenmesi, partiden uzaklaştırılması ve hatta hapsedilmesi için yeterli sebep görülmüştür.

Her şeyin üzerine patlayan bu cihan harbinde Güney Müslümanlarının Sovyetlerin yanında savaşmaları için nasıl bir sebep kalıyordu? Vagonlarda birer hayvan gibi taşınan, Rus askerlerinin yanında ikinci sınıf muamele gören, cepheye resmen ölüme gönderilen bu insanlar ne için savaşacaklardı? Nitekim savaşmadılar da. Almanlara patır patır teslim oldular. Almanların sağladığı şartlar ise Sovyetlerinkinden beterdi. Fakat bir süre sonra Nazilerde bir ampul yanıverdi. Güney Müslümanları, Rus esirler gibi değillerdi. Savaşmıyorlardı bile. Bu onların savaşı değildi, dahası; Sovyetlere bakışları da pek sıcak değildi. Bir anda bu esirlere uygulanan muamele (ki katliamdı) değişti, esirhanelerde güzel yemekler pişmeye, tatlı sözler edilmeye başlandı.

Bu sırada Türkiye’ye bir dönmek gerekiyor. İnönü hükümetinin bulunduğu yıllar. Hükümet bu savaşa girmemek için götünü yırtsa da halk ve bürokratlar arasında farklı fikirler oldukça yaygın. Sovyetlerin yanında savaşılması gerektiğini söyleyen sosyalistlere karşı Almanların yanında savaşmak gerektiğini söyleyen Turancılar… Herkesin bir sebebi var, bu noktada hükümetin de boyuna Turancıları gazladığını söylemek gerekli. Zira inönü hükümeti, İttihatçılardan kalma Turancı fikri hala sürdürmekte. Malum, bu bahsettiğim Güney Müslümanlarının yaşadığı topraklar, Turan denilen toprakların büyük bir kısmını içine almakta. On yıllar sonra Özal döneminde kurtlu bisküvi göndererek iyi ilişkiler kurmaya çalışacağımız bu topraklar da Sovyetlerin kontrolü altında. Herkes kendi devletinin sömürgeci olmadığı zanneder, bu dönemin havasını solumak belki bizi bu yanılgıdan kurtarabilir. Lafı çok uzatmayacağım, Türkiye her ne kadar bu savaşta tarafsız görünse de Almanya’dan yana bir tavır almıştır. Almanya’dan bolca silah almış, Almanya’ya bolca malzeme göndermiş ve ırkçı Alman ideolojisinden çokça nemalanmıştır. Türkiye’den Almanya’ya giden generaller, bürokratlar, imamlar, fikir adamları olmuştur. Bunları ne yaptılar? İşte hikâyenin bu kısmında tekrar esirhanelere dönüyoruz.

Nazi Müslümanlar. Wolfenstein oyunundaki Nazi Zombiler gibi durabilirler. Ama onlar gerçekti. Naziler için savaşan Müslüman savaş esirleri. Hem de canla başla savaşan, Nazilerin zaferinin kendi topraklarının bağımsızlığına giden bir yol gibi görerek. Türkiye’den gelen o insanlar işte bu Müslüman Nazi taburlarının fikir mimarı haline geldiler. İslam hakkında ortalama bir Türkiye Müslümanından daha fazlasını bilmeyen, esasında gayet seküler bir hayat tarzına sahip, hatta votka aşığı bu Müslümanlar; diyanet imamlarından din dersleri almaya başladılar. Yahudileri ehl-i kitap (onlara da kitap verildi) gören İslam’ın bir anda katı bir anti-semitizm’e (Yahudi düşmanlığı) dönüşümünde bu zamanlar bir mihenk taşıdır. 

Bugünümüzün Hitler sempatizanı Müslümanlarının (evet çok var bu arkadaşlardan) argümanlarına bakmanız bile kafanızda çok şey canlandıracaktır. Hitler’in İslam’ı öven, yücelten konuşmaları, sözleri paylaşılır sürekli. Türkleri ve genel anlamda Kafkasları üstün ırklardan gördüğü anlatılır. Post yapısalcılığın ikinci dersine geri dönelim, kabile tarihi demiştik değil mi? Bu basit politik gerçekliklerden kendine şeref çıkartan insanlara siz de acımaya başladınız mı?

Son dakikaya kadar tarafsız kalan Türkiye, savaşı Nazilerin kaybedeceği belli olunca Almanya’ya karşı savaşa girer. “Biz İkinci Dünya Savaşı’na katılmadık” diyenler bundan pek bahsetmezler tabi. Berlin işgal altındadır. Bu şehir yerle bir edilmiştir. Kötüler kaybetmiş, iyiler kazanmış, savaş bitmiştir. Ya da biz öyle zannederiz; hâlbuki asıl savaş şimdi başlamaktadır. Sovyetler, Nazilere karşı ittifak ettiği kapitalist devletlere duyduğu kini Berlin’e yatırır. Berlin ikiye ayrılır. Sovyetlerin ilk istediği, kendine ihanet etmiş bu savaş esirlerinin kendisine geri verilmesidir. Teslim edilen ilk partilerin çoğu anında kurşuna dizilir, kalanlar ise Sibirya’ya sürgün edilir. Sibirya, Sovyetlerin toplama kamplarıdır. Oraya sürüldüyseniz donarak ölme fikrine alışmanız gerekmektedir, oradan geri dönüş pek nadirdir. Başlarına ne geleceğini anlayan Müslüman esirlerin bir kısmı Batı Berlin’de kalırlar, bir kısmı “kardeş ülke” deyip Türkiye’ye gelirler; bir kısmı da Batıdaki muhtelif ülkelere. Ha bu arada, “kardeş ülke” Türkiye, Stalin’in “höt” demesiyle esirleri Sovyetlere teslim etmiş, bu teslimat sırasında canını kurtarmak için İstanbul denizine atlayanları bile “aman Stalin kızmasın” korkusuyla arayıp bulmuş; Sovyetler de esirleri teslim aldığı an infaz etmiş ve bu olay ülke çapında büyük bir infiale sebep olmuş, olay mecliste gündeme getirilmiştir. Almanya’nın güçlü olduğu dönemlerde ülkesindeki Turancı gençlere gaz veren Türkiye, Almanya’nın kaybedeceği kesinleşince gösterileri yasaklatmış, protesto eden Turancılara büyük bir polis şiddeti göstermiş, “ırkçılık Turancılık” davalarıyla çoğunu hapse ve işkenceye göndermiştir. Hukukun nasıl işlediğini anlamak açısından mühim şeyler bunlar.

Almanya’nın Sovyet Karşıtlığı bayrağını yerden alan ülke Amerika olacaktır. Nazi Müslümanlar da yavaş yavaş CIA Müslümanlarına dönüşecektir. Amerika-İslamcı birlikteliğinin nişanı bu zamanlar yapılmıştır işte. Sovyetlere karşı Güney Müslümanlarını tavlamaya çalışan Amerika, bu ülkelerdeki İslamcı örgütleri hem iktisadî hem de askerî açıdan desteklemiş, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler (bu örgütün bugün ismi çok duyuluyor, Münih’te camileri bile vardı o yıllarda, hala duruyor) gibi örgütlerin büyümesini sağlamış ve en sonunda tekrardan kendi başına belayı almıştır. (Tekrardan derken, Fransa’ya karşı Vietnamlıları tavlamak için Viet-Kong’a destek sağlayan Amerika’nın Vietnam savaşında bizzat Viet-kong tarafından eline verilmesinden sonra tekrardan.)

Nitekim bu örgütler gün geçtikçe radikalleşmiş, gün geçtikçe siyasal erklere ulaşmış ve kontrolden çıkmışlardır.

Almanya iki blok halinde tekrar yapılanmaya başladığında, kapitalist blok büyük bir işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Bu işgücü çoğunlukla Müslüman ülkelerden sağlanacaktı. En çok da Türkiye’den insanlar gidecekti. Hepimizin hayatında bulunan o “Almanya’da çalışmış” akrabaların göç ettiği yıllar bu yıllardı. Bunlar çoğunlukla köylüydüler. Burası önemli. Çünkü Batı Berlin’de çalınan İslamcılık mayası Almanya’da değil, bu köylüler sayesinde Anadolu ve Ortadoğu taşralarında tutacaktı. Nihayet 60’larda Türkiye’de başlayan “köyden kente göç” akımıyla beraber Anadolu taşralarından çıkıp kentlere yayılacaktı. İslamcılığın taşrada ve taşradan yayılmasının İslamcılığın köy kültürü için biçilmiş kaftan olmasıyla yakından alakası var.

Her şeyden önce İslamcılığın entelektüel bir altyapısı yok. İslamcı olmak için kütüphaneler dolusu kitap okumanız gerekmiyor, Kuran bile okumasanız olur; Müslüman Kardeşlerin fikir adamlarının (Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudî, Afganî) en çok eleştirilen yönlerinden biri düpedüz zır cahil olmalarıdır. Sovyetler Birliği ile başladıkları öfke dünyalarına Ortadoğu Monarşileri ile devam eden ve Amerika ile (ki her şey Seyid Kutub’un Amerika’ya gidip, Freud’un zamanında “devasa bir hata” olarak tanımladığı bu ülkeyi “devasa bir kıyamet alameti” olarak yorumlamasıyla başlar) tamamına erdiren bu örgüt, gerçekçilikten o kadar uzaktır ki o kadar olur. Bu ve benzeri örgütlerin savunduğu selefî içtihadı ise tüm İslam âleminin yüz karasıdır denilebilir. Bu noktada, köy enstitülerinin kapatılmasıyla sistematik olarak eğitimsizliğe itilmiş köylünün hoşuna gitmiştir bu fikir.

Teorik değil pratiktirler. Ne yapılması gerekiyorsa o yapılır. Hastalık mı var? Hastane açılır. Doktor, teçhizat mühim değil; bulunur. Eğitim yok mu? Okul açılır. Öğretmen, sıra; bulunur. Yol mu yok? Yapılır. Çökmüş, çökmemiş, mühim değil. Bu insanlar balık tutmayı öğretmez, balık verir; en sevdikleri kelime “hizmet”tir. Çağrışmadıysanız bu paragrafı bir daha okuyun.

Köylü için oğlan kızdan mühimdir, oğlan tarlanın çalışanı ve halefidir (bir sonraki sahibi.) Fakat kız kısa vadede bir getiriye sahip değildir, acilden satılıp elden çıkarılmalıdır; üstüne halef olursa tarla ailede kalmaz, damat vasıtasıyla başka aileye geçer.

Köylü dışa kapalıdır. Kendi yağında kavrulur. Yapı itibariyle muhafazakârdır. Bu haliyle İslamcılık, köylü için hoş bir gömlek olabilir. Kazın öbür ayağında ise köyden kente geçen köylü vardır.

Biat kültürü, ulu-l emr’e itaat ise bu fikrin köyde mayalanmasına politik bir gerekçe hazırlamıştır. Bu sayede fikri köylüden çok ağa sevmiştir.

Bu topraklarda çok travmalar yaşanmıştır, orası kesin. Bence bu travmaların en büyüğü köyden kente göçtür. Her şeyimize yansımıştır bu travma, edebiyatımıza da sanatımıza da kültürümüze de. Köylü kente, bir kentli olmak için gitmemiştir. Köyün zor şartlarında mücadele etmiş bu insan, mücadelesini tarlasında değil fabrikasında sürdürürken, yeni şartlara karşı diş bilemiştir artık. “Ey İstanbul, sen mi büyüksün ben mi?” diye Haydarpaşa’ya çıkan köylü, İstanbul’u yenmeye ant içmiştir. Coğrafya değişse de şartlar değişmemiştir çünkü kır proleteri kent proleterine dönüşmüştür o kadar. Şehre nüfuz etmemiştir köylü, şehirde köyünü kurmuştur. Belediyenin verdiği resmi tapuları gecekondulara, kuş uçmaz kervan geçmez arazileri mahallelere çevirmiştir. 

Bugün bir milyon nüfusu olan Ümraniye’de dün az sayıda Bulgar göçmeni oturuyordu mesela.

Küçükçekmece’nin çoğu böyledir. Zeytinburnu, Kâğıthane, İkitelli, Bayrampaşa, Davut Paşa, Gaziosmanpaşa diye gidersiniz. Mahallelerin isimleri hep Anadolu şehirlerinden alınmadır. Amerika’daki New England misali. Şu mahallede Erzurumlular yaşar, şurada Rizeliler, şurada Yozgatlılar. Bütünlük yoktur. Köy kültürünün tek sesliliğini her yerinizde hissedersiniz.

Kadıköy’ün her yeri farklıdır mesela. Yel değirmeni farklıdır, Bahariye farklıdır, Moda farklıdır, Rıhtım farklıdır. Ama Esenler’de her yer aynıdır. Mahalle ardına mahalle geçersiniz, yıkık dökük evler hep aynıdır. Duvarlar, kaldırımlar, hep her şey aynıdır. Buralar de şehirdir, ama şehirleşmemiştir, köy kültürü hâkimdir buralara. Anadolu’nun herhangi bir kasabası gibidir. Giyinişlerinden bakışlarına, yürüyüşlerinden konuşmalarına kadar aynıdır. İstanbul’un “isyankâr köyleri”nde bile görürsünüz bu tek-tipliliği. Mahalle, köy yaşantısının bir uzantısıdır.

Köy insanı, şehre cihat etmektedir. Challange (meydan okuma) kavramının tam karşılığıdır cihat; şehre ve şehre ait tüm değerlere karşı cihat. Şehirli sanat ucube, şehirli bilgi ukala, şehirli kadın orospu, şehirli erkek gavat, şehirli yaşam ahlaksızlık, şehirli eylem terördür. Her noktada görebilirsiniz bu cihadı, her eylemde bulunur; tacizin ve tecavüzün dahi alt metninde yatan fikir cihattır.

Bir İstanbul seçim haritası alın, Üsküdar ve Beyoğlu birer istisnadır. Sarı bölgelerin (AKP) çoğu Anadolu kasabasıdır, kırmızı yerlerse (CHP) şehirdir. O kadar ki Sarı bölgede yaşayanlar, hafta sonlarını Kırmızı bölgede değerlendirirler; “şehir turu” gibisinden. Kırmızı bölgedekiler ise Sarı bölgelere girmezler pek, buralarda hoş karşılanmayacaklarını bilirler, izoledir buralar.

Şimdi kalkıp bu insanların Gezi eylemcilerine kaldırım taşı söktükleri, belediye otobüsü yaktıkları, polis taşladıkları için tepki gösterdiklerini söylerseniz buna kendiniz de inanır mısınız? Kentlileşememiş kentlilerin hazmedemediği şey “şu” eylem ya da “bu” eylem değildir, bizzat eylem fikrinin kendisidir. Çünkü eylem, protesto, sivil toplumlaşma, sendikalaşma; bunlar demokrasi kültürüne aittirler ve demokrasi kültürü, kent kültürünün bir parçasıdır. Köy kültürü tek seslidir; buna bir de İslamcı itaatkârlığı eklerseniz maalesef tadından yenmeyecektir.

31 Mart 2013 Pazar

Amnezi İyi Bir Başlık Olabilir



Colorado ve Washington eyaletleri esrarı oyladı. Geçen sene Kasım’ın sekizinde bu iki eyalette esrar legal ilan edildi, esrarın kullanımı ve satımı artık yasal. Toplamda yirmi üç eyalette esrar dekriminalize, yani satışı olmasa da kullanımı suç kapsamından çıkarıldı. Bu değişimi gösteren ilk ülke elbette Amerika değil. Belçika ve Hollanda listenin devamını oluşturan ülkelerden birkaçı. Haberler mutluluk verici. Öte yandan tuhaf.

Esrar bulundurmak ve kullanmak şimdiye değin bir suçtu. Uyuşturucu karşıtı savaşlar (war on drugs) Amerikan gençliğini kırıp geçirdi. Uyuşturucu testlerinden geçebilmek için bu gençler esrarı bırakıp ölümcül ama kanda iz bırakmayan “legal high” (keyif verici) uyuşturucu arayışına giriştiler. 2012’deki Bath Salts faciasını bilmiyorum hiç duydunuz mu? Bath Salts, kimyasal adıyla “Methylenedioxypyrovalerone.” Tamam tamam, kimyasal adından pek bir şey anlaşılmıyor ama sentetik kenevir (cannabinoid) denilen yasal uyuşturucu çılgınlığının son trendiydi.  Bu trend spice ile başladı. Üzerinde spice yazan ufak paketler kenarda köşede bong satan amcaların el altından sattıkları uyuşturuculardı. Hiçbir şekilde kan testinde çıkmıyorlardı, yani kullandıktan sonra bir uyuşturucu testine girdiğinizde testi geçebiliyordunuz. Amerikalı gençler arasında bu hızla yayıldı. Federaller durumu ayıkınca yasakladılar, fakat üreticiler sentezi biraz değiştirip başka bir isimle başka bir legal uyuşturucu çıkardı. O da yasaklandı, başka sentezlendi, o yasaklandı başka sentezlendi, böyle gitti. Bunlara “designer drugs” (özel üretim) deniliyor, yani adı üzerinde, A diye çıkarırsın, yasaklarlar, formülünde biraz oynar B diye çıkarırsın.

Hatırlayan hatırlar, İstanbul’da bir ara, 2009-2010 yılında piyasada esrar kalmamıştı. Torbacıya gidiyordun “abi sigara yok ama şöyle bi şey çıktı” diye bi fişek tutuşturuyodu eline. Yok Bonzai yok Jamaican Gold yok Extreme yok Supreme bilmem ne. İstanbul Polisi esrara savaş açınca bunlar türedi. İşte bunlar Türkiye’ye gelene kadar Amerika’da çoktan çıkmış, el altından dağıtılmış, sofrası kurulmuş kaldırılmıştı bile. O designer drugs geleneğinin yan ürünlerinden sadece birkaçıydı bunlar.

Bath Salts
Sonra THC çıktı, JWH çıktı, C-2, AM 2201 bilmemne bilmemkaç bir sürü tuhaf tuhaf şeyler.  Sentetik sentetik kenevirler. Neyse konudan uzaklaşmayayım, Bath Salts bunların sonuncusuydu. Diğer sentetik kenevirlerden farklı olarak burundan çekiliyordu. Fakat bildiğimiz kırk yıllık esrar gibi değil tabi, binbir türlü yan etkisi var. Sinir, stres, gerginlik, uykusuzluk, delirme hissi, halisünasyonlar ve günlerce süren cinnet hali.

Allahım neler neler, adamın teki köprü altında yatan evsizin yüzünü yedi ya! Baya bildiğin yüzünü yedi! Buna benzer iki üç yamyamlık vakası daha yaşandı. Komşusunu öldürmeye çalışanlar, sokağın ortasında çığlık ata ata kriz geçirenler, polisi arayıp iki lafı bir araya getiremeden sadece bağırıp çağıranlar… İlk başta sokaklarda çırılçıplak panik içinde koşturan gençler söküldüler, “abi böyle böyle bi bok yedik ama yasal bak” diye. Kendilerine gelmeleri çok uzun zaman aldı tabi. 

Jamaican Gold
Bu ekstrem bir örnek belki de, mesela Bonzai, bilen bilir Türkiye’de çok yiğidi devirdi bu bok. Müptezellere sorun illa vardır “bonzaiyi kova attı çavo kalbi dayanmadı” diye anlatacağı arkadaşları. Ha, öldü diyorum, öldü insanlar, bildiğin öldü. Esrar tarihinde bir kişi yok esrardan ölen, bu ara ara yasal kalmayı başaran maddelerden ölmüş olan bir dolu insan var.

Bir kişi de çıkıp sormadı anam manyak mı bu insanlar niye her buldukları boku içiyorlar adam gibi sarsınlar bir üçlü de bayılsınlar diye ya. Yok dejenere gençlik, işte batının oyunları. Ulan sen Jamaican diyince “Afrika’da mı o?” derken o bok attığın batıda gençler patır patır gidiyolardı Jamaican Gold’dan, kim kime nası oyun oynuyor? Böyle oyun mu olur? 1930’larda tüm dünya eroinden kurtulmak için ne yapacağını şaşırmışken Batı mı açtı İstanbul’un göbeğine üç tane dev gibi eroin fabrikasını? Asıl oyunu senin dedelerin oynadı sen daha hala kendini masum san! Neyse, bu ayrı bir mesele, konumdan harbiden iyi uzaklaştım, üslubun da amına koyduk. Amerika diyorduk değil mi?

Şimdi bu legal high’lar ile ölen gençler, çıldıran gençler bir yana, daha kötüsü o uyuşturucu testlerini geçemeyen gençler vardı. Hapse atılan gençler, rehabilitasyona alınan gençler, aileleri tarafından dışlanan gençler, toplum tarafından dışlanan gençler. Sadece gençler mi? Amerika esrarla öyle az buz mücadele etmedi. Şimdi tabi Türkiye’de de suç bunu yetiştirmek, içmek falan, gerçi başbakanın yeğeni yanında elli kilo esrarla yakalanınca yırtabiliyor ama normal halk için suç en azından. Orada da suç burada da suç, ama işin ideolojik boyutu harbiden de öyle değil. Adamlar “şeytanın marulu” temalı propoganda filmi yaptılar. Reefer Madness, 1936 yapımı bir esrar karşıtı film. Bir şey demeyeceğim, bir izleyin sadece. O yıllardan bu yıllara birçok film, birçok kitap “esrarı övdüğü” için yasaklandı. Amerika bununla mücadele etmek için o kadar para harcadı ki bir ara eğitim ve sağlık için ayırdığı bütçeden daha fazla bütçe ayırmak zorunda kaldı. Amerika yasaklamak için ne kadar para harcadıysa uyuşturucu kartelleri de o kadar para kazandı. Ne kadar risk o kadar kazanç sonuçta, bokuna serpsen üç aya sömek veren bitkinin beş gramını keyfine yetmiş dolara satmıyorlardı bu adamlar da. Bir zamanlar barışın ve aşkın sembolü olan kenevir, ellerinde kalaşnikoflarla dikenli teller ardında bekleyen gangsterlerin mor ışıklar altında seralarda yetiştirdiği bir silaha böyle böyle dönüşüverdi.

Reefer Madness (1936)
Şaka etmiyorum ya, bildiğimiz kırk yıllık esrar “en tehlikeli maddeler” sırasında metamfetaminin önündeydi abiler! Ak sakallı bilim insanları onlaylıyordu bu listeyi. Tıpçılar makaleler yazıyorlardı. Psikozdan, şizofreniden, amneziden bahsediyorlardı. Esrar içen insanların “komünist” olarak yaftalandığı bir dönem bile geldi geçti.

Şimdi konum ne esrar ne de Amerika’nın esrarla imtihanı. Tek bir sorudan aldım yürüdüm. Artık esrar yirmi üç eyalette dekriminalize. Bunların çoğunda esrar tıbbi bir kulanım sahasına sahip. Gidip eczaneden alabiliyorsunuz. Dün metamfetaminden tehlikeli ilan edilen bu madde bir anda ilaç oldu. Bilim ve tıp camiası da bir anda söylem değiştirdi. Justin Bieber’ın esrar içerken çekilmiş fotoğrafları çıktı. E noldu şimdi? Dün gerçek olan şey bir anda nasıl yalan oldu? Hadi bir hatadır yapılmış, zararın neresinden dönsek kâr; uyuşturucu testlerinden geçebilmek için saçma sapan maddelere yönelip ölen gençler, uyuşturucu testlerinden geçemeyip tüm toplumca izole edilen ve hayatları ellerinden alınan gençler, hapse giren insanlar, uyuşturucu baronlarının katlettiği insanlar, para cezasına çarptırılan insanlar… Bunlara ne olacak? Bunların hesabını kim verecek? Esrarla mücadele için harcanan onca para, onca vakit, onca insan; bunlar hasır altı mı edilecek? Bu vicdansızlık değil mi?

Tüm bu olanlar yaşanırken, sen okuyucum. Amerika’yı bir kenara bırak, biraz da seninle konuşalım. Senin bu devletin var ya, her gün her yerde aramalar yaptırıyor polisine. Üzerinde üç gram esrar bulduğunu mahkemeye sevk ediyor. Altı ay rehabilitasyon kararı verdiriyor, gözetime alıyor. Bir daha yakalarsa hapse alıyor. AMATEM’lerde süründürüyor insanları. Şu an bunu yazmam bile yasalara karşı biliyor musun? Esrarı yetiştirmeyi, alıp satmayı, içmeyi, üzerinde bulundurmayı geç, ona getirilen yasakları sadece bir yazıyla ya da bir sözle eleştirmek bile yasak bu ülkede. Onur Yaser Can’ı duydun mu hiç? Yeni mezun bir mimardı. Üzerinde birazcık esrar bulundu diye sorguya aldılar Ankara’da. Polis işkencesinden geçti. İşkenceyi onaylıyor musun? Eminim ki onaylamayacak kadar insansındır, hatta onaylayabilecek insanların varolmadığını düşünüyorsundur. Senin ve benim aynı havayı paylaştığımız halk var ya, çoğunlukla onaylıyor bunu. Polis işkence edebilir diyor gerekli durumlarda. Onur Yaser Can’ı iki kez sorguya çağırdılar, ikisinde de işkence ettiler.  Üçüncü defa çağrıldığında gitmedi. Gitmeyi reddetti. Evinin balkonundan atladı. İntihar etti. İyi mi oldu sence? Çok mu tuhaf bir soru sordum? Bu soruma evet diyecek çok insan var burada, biliyor musun?

Tütünün keşfedilmediği zamanlarda nargile içen Osmanlılar
Bu iş Amerikayla Hollandayla Belçikayla kalmaz tabi. Dünya küçük, yarın ora bugün bura. Yarın öbür gün Türkiye’de esrar legal olsa mesela, bugün esrarın yasadışı olmasına sevinenler yarın yasal olmasına sevinecek, adım gibi eminim. O zamanki iktidar getirdikleri bu mükemmel yeniliğin propogandasını gör nasıl yapacak. Tarihte gizli kalmış neler neler çıkacak meydana. Kuran’da alkol yasak hani esrar nerede diyecekler. Osmanlı kahvehanelerinde tebaa, saraylarında padişah nargilesini tüttürürken Eski Dünya’da tütünün ne olduğunu bilen kimse yoktu, ne tüttürdü bunca yıl bu insanlar diyecekler. Hacı Bektaş’ın ve birçok ünlü evliyanın türbesinde sergilenen “tütün içme aparatları” ne işe yarıyordu diyecekler. Zsa zsa Ghabor Atamızın yanına geldiğinde neyin kokusunu almıştı diyecekler.  “Daha afyonum patlamadı” deyimi nereden çıktı, “assassinate” kelimesi İngilizce’ye nasıl geçti; neden Avrupalılar ne zaman bir doğu turu yapsa, Haçlı seferi olsun Fransa’nın Mısır’ı işgali olsun, bir anda tüm Avrupa entelektüel camiası müptezel olmuş diyecekler, Fuzuli “beng-ü bade” derken neyi kastetti, Sufiler “şarabı bırak, Haydar’ın kadehine uzan” derken neyi ima etti diyecekler. Allah uzun ömür versin İlber hoca çıkacak, tarihin bilmem neresi diye bir programda her dediğinde “evethh evethh” diyen birini alacak karşısına, sanki yüz yıldır aynı şeyi söylüyormuşçasına bunları anlatacak sana, sen de ağzın açık bakacaksın, “esrar bizim kültürümüz” diyeceksin, “batı hep alkolü dayattı bize, hep batının oyunuydu bunlar” diyeceksin. Anlatacaksın arkadaşlarına. Kültürüne sahip çıkacaksın.

Çok mu tuhafına gitti? Dün radyo’ya “bunun içinde cinler var onlar konuşuyor, şeytan icadı bu” diyen adamın müritleri bugün televizyon kanalları kurdular, bir allahın kulunun tuhafına gittiğini görmedim. “Sizi leylekler getirdi” hikayesini hatılıyor musun? Dünün çocukları ona inanırlardı, bugünün çocukları üç boyutlu porno izliyorlar, hiç bir tuhaflık dikkatini çekmedi di mi?

Şimdi devlet yetkililerine sorsan, veya çok uluslu sermaye babalarına, veya inandığın tanrıya, diyecek ki “o dönemin koşulları onu gerektirdi, biz de onu yaptık.” Hep açıklama da aynıdır ha, o dönem öyleydi. Bir iktidar da tarihe düşmemiştir ki desin “beyler bakın bunu yapıyorum ama bu dönem böyle gerekiyor, ilerde bir gün bunu değiştireceğim ama siz bir süre ses çıkarmayın.” Aksine değişim olduğu an söylenen tek şey bunun hayattaki en sahih hakikat olduğudur. Darbe olur, “gerektiğinde ordu yönetime el koyabilir” denilir herkes kabullenir. Aradan yirmi yıl geçer “biz demokrasiden yanayız ama o dönem onu gerektirdi” denilir herkes kabullenmeye devam eder. Bir on sene daha geçer, “darbe demokrasinin düşmanıdır, hiçbir zaman yapılmamalı” denilir, halk denilen bu insancıklara her bok dayatılır, yine de beyni sikilmez bu insanların.

Birkaç yıl ard arda anket yapılmış, Boğaziçi Üniversitesi desteğiyle. Muhafazakârlık anketi. Sizce en çok hangisini muhafaza etmeliyiz diye sormuşlar. Şimdi ben anlatınca biraz komik oluyor ama insanlar cevaplamış. Sizce hangisini muhafaza edelim demişler, özgürlük mü eşitlik mi dayanışma mı? Sence hangisini muhafaza etmeliyiz? Özgürlük değil mi? 2006’da eşitlik birinciymiş, 2012’de birinciliği özgürlük almış. Ha eşcinsel evlliliğe, polis işkencesine ya da medya sansürüne yönelik fikirlerde çok bir oynama yok ama radikal bir şekilde özgürlüğe oy vermiş insancıklar. Kürtler özgürleşsin, Suriye özgürleşsin, türban özgürleşsin, yargı özgürleşsin diye diye insanların aklına kazınmış tabi gel zaman git zaman demek ki.

Abiniz fame
İnsanlar sanıyorlar ki iktidarlar taleplerini karşılıyor. Kimse “acaba iktidar bizim taleplerimizi değiştirip aslında kendi çıkarlarını karşılıyor olmasın?” diye sormuyor. Aslında kimse soru sormuyor. Sonra karizmatik bir lider çıkıyor, verilmiş ama kazanılamamış bir mücadelenin kültürünü üstlenip herkesi sevince boğuyor. İlerledik oluyor sonra. Dün aksini savunan bir anda bu sevince dahil oluyor. Dediğim gibi, ilerledik oluyor. Eski ahit ne diyordu, fahişelik yapanı recmedin demiyor muydu? İsa çıktı ondan sonra, “hanginiz günahsızsa ilk taşı o atsın” dedi. Karizmaya bak hele, e tanrı aynı tanrı? Bin sene fahişeleri taşlattırdı, bir anda fikir değiştirdi, dün taş atan adam bir anda taş atanları vahşilikle suçlamaya başladı. Sonra Muhammet geldi, ı-ıh bu böyle olmayacak taşlayalım yine dedi, o tanrı da aynı tanrı, bu da dikkatini çekmedi değil mi? Amerika’nın başına bir zencinin gelmesi de dikkatini çekmedi, daha dün otobüste beyazlara yer vermek zorundaydı bu adamlar halbuki. Hadi Amerika te anasının fizanında, buraya bakalım bir de. Dün varlığını reddettiğimiz adamlarla bir anda bin senedir kız alıp verdik, etle tırnak olduk, enseye şaplak göte parmak noktasına geldik. Bu da kaçtı dikkatlerden. Dün allahın emriyle yaratılıyorduk bugün allahın izniyle evriliyoruz mesela, dün millettik bugün halkız. İtiraf et, düne kadar Suriye ile komşu olduğumuzu bile bilmiyordun değil mi, lise coğrafya dersinde ezberlediğin ama sonra unuttuğun gereksiz bir bilgiydi bu? Mavi Marmara’yı bir yerlerden hatırlıyordun ama tam çıkaramıyordun. 

Terminoloji değişiyor, ideoloji değişiyor, söylemler değişiyor; hepsini bir kenara bırak “gerçeklik” değişiyor. Gerçeklik birileri tarafından sürekli yeniden ve yeniden yaratılıyor. Sorunlarımız yeniden yaratılıyor. Çözümlerimiz yeniden yaratılıyor. İktidar gerçekliği sürekli, aşağı yukarı, sağdan sola, soldan sağa, evire çevire bir güzel örgütleyip duruyor. Tüm bunların ortasında her gün aynı aynaya bakan bizler değişmediğimizi sanıyoruz. Her şey değiştirilirken bir kendimizin değiştirilemediğini sanıyoruz. En son geçen sene kitap okuduk halbuki, okumadan ne öğrendik de revizyona gittik orayı da ben anlamadım.