Kır tek seslidir. Müziğinde bile bunu görebilirsiniz. Kökeni
Anadolu kırsalı olan halk müziği tek seslidir, bir bağlama çalınır ve bir türkü
söylenir. Ama kökeni İstanbul kenti olan sanat müziği çok seslidir; kanun,
tambur, ud, ney… Tesadüf değil, Amerika’nın güney kırsallarından çıkan country
müziğinde bir gitar ya da bir keman vardır o kadar, kente vardığında yanına bir
davul, bir bas, hatta zamanla klavye eklenerek rock’n roll’a evrilmiştir. Amerikan
kırsallarına köle olarak getirilen siyahiler, Afrika’da akontingleriyle
çaldıkları ezgileri bu topraklarda bir gitarla devam ettirmiş, ancak binlerce
kilometre seyahatin ve yüzlerce senenin değiştiremediği bu tek-seslilik 1920’lerin
Şikago’sunda bir saksafon, bir kontrbas ve bir piano ile kökünden bir değişime
uğramış, Jazz çağını başlatmıştır. Karadeniz kırsalının kemençesi, Orta Asya
bozkırlarının neyi, Afrika tamtamları, Ortadoğu defi, fareli köyün kavalcısı
hep tek sestir. Belki de tarihi en net tutulan değişimlerden birini Jamaika
müziğinde görürsünüz, tüm bir göçün, bir exodus’un başaramadığı şeyi, Bob
Marley’in deyimiyle “betondan ormanlara” yapılan göç başarmış, Etiyopya halk
ezgilerinin karnından reggae müziğini çıkarmıştır.
Cihangir kaldırımlarının çok-renklilik ve tek-renklilik
mücadelesi aslında tipik bir kent-köy mücadelesidir; bu yazı biraz da bu çatışmanın
tarihini anlatıyor.
Medeniyet kentte başlar. Bizzat medenî kelimesi bile bir
şehir devleti olan Medine’den türemiştir. Aynı sözcüğün ecnebicesi olan
civilization kelimesini alıp civil (vatandaşsal) citizen (vatandaş) ve en
nihayetinde city (şehir) kelimeleriyle de karşılaştırabilirsiniz. Bunlar
tesadüf değildir. Tüm bir Avrupa medeniyeti, şehir devletlerinden oluşan Antik
Yunan’dan doğmuştur. Şehirleşen Mısır, sadece Ortadoğu’yu değil; koskoca
İskender’i, koskoca Roma’yı, koskoca İslam’ı adam etmiştir.
Çağımızın en büyük post-marksist kuramcılarından ve
filozoflarından biri olan David Harvey, Gezi olaylarını da Occupy bağlamında
alıp, tüm bu 21. Yüzyıl isyanlarının karakteristiğinde bir “kent hakkı” kavramının
yattığını ifade eder. Bu kavram içerisinde yeniden ürettiği kentlilik, bakış
açımızı değiştirecek cinstendir. Bilhassa bir maddenin altını çizeyim, “diğer kentlilerle yaşamak bir kent hakkıdır.”
Yani? Yanisi şu ki, diğerleriyle yaşamak bizim için bir
zorunluluk değil, bir hak. Çünkü şehrin psikolojisi bunu yaratır. Çünkü şehir,
yapı itibariyle çok seslidir ve buraya gelen insan, burada kendisi gibi
olmayanlarla beraber yaşayacağını bilerek; bildiğine göre de arzu ederek
gelmiştir. Farklı kökenlerden, farklı mezheplerden, farklı dinlerden, farklı
ideolojilerden insanlarla tanışacağını, onlarla yaşayacağını, onlardan
öğreneceğini ve nihayetinde onlarla karışacağını bilerek gelmiştir. Bu, şehir
insanının bir hakkıdır. Öyleyse şehri ekonomik olarak sınıflandıran kentsel
dönüşümler kadar sosyal olarak sınıflandıran mahalleleşmeler de her şeyden önce
şehirlinin kent haklarına tecavüzdür; zira kenti dönüştürme hakkı proje sıçan
mimarlara, bol keseden tapu dağıtıp kırk sene sonra hatırlamayan belediyelere
değil bizzat kentliye ait olmalıdır.
Post-yapısalcı anlayışta etüt edilmesi gereken ilk fikir şu;
“the author is dead (müellif öldü/ölüdür).” Yani söz ağızdan çıktığı an artık
size ait değildir, siz ölmüşsünüzdür, söz üzerinde bir otorite (İngilizce’de “yazar”
anlamına gelen “author” kelimesinin authority(otorite) kelimesinin de kökeni
olması bu noktada çok önemli) sahibi değilsinizdir. Artık mühim olan bu sözü ne
amaçla söylediğiniz değil, bu sözün ne amaçla algılandığıdır. Artık sözünüz size
değil, duyanlara aittir. Kısaca “önemli olan metin değil metnin nasıl yorumlandığıdır.”
Bu anlamda İslam kültürünü anlamak için Kuran okumanız fayda etmez,
tefsirlerini okumalısınızdır. Önemli olan Kuran’ın ne anlattığı değil,
toplumların onu nasıl anladığı, nasıl yorumladığı, nasıl uyarladığıdır. Cumhuriyet
İslamı’nı anlamak için Elmalılı Hamdi’nin Batıcı tefsirine bakarsınız; Müslüman
Kardeşler İslam’ını anlamak için Seyyid Kutub’un sadeleştirici tefsirine, Şii
İslam’ını anlamak için Tabetabai’ninkine, vesaire…
İslamcılık bizde hep sebeptir, hiç sonuç olarak
değerlendirilmez. Oysa bin senelik bir tarihi açıklamak için kullanılan bu
ideolojinin kendi tarihi 1950’lerden daha aşağı gitmemesi ironiktir. Fakat her
ideoloji tarihi kendi tekeline alır. Bu da Post-Yapısalcı teorinin ikinci büyük
dersidir; gerçek tarih diye bir şey yoktur, ilkel insanın kabile hikâyeleri ne
kadar gerçekse modern insanın tarih bilimi o kadar gerçektir; her dinin, her
ulusun, her ülkenin, her halkın (kısacası her modern kabilenin) kendi insanlık
tarihi vardır ve tabi ki narrative (anlatıcı) kabile bu tarihteki en güçlü
unsurdur. Bu noktada tüm medeniyetin, sanatın ve felsefenin Batı’da doğduğunu, tüm
ırkların Türklerden türediğini, tüm peygamberlerin Müslüman olduğunu, tüm hak
ve özgürlüklerin Cumhuriyet ile kazanıldığını falan düşünüyorsanız; tüm
insanlığın anasının kabilesindeki totem olduğunu düşünen ilkelden tek farkınız
kendinizi “modern, bilimsel, rasyonel” olarak adlandırıyor olmanız.
Bu anlamda İslamcılık elbette tüm bir İslam kültürü tarihini
kendi ideolojisine gösterge olarak atayacaktır. Kuran’ı da bu tarih ışığında
yorumlayacaktır. Osmanlı’nın hukukunda örfî şeriat vardır, yani Kuran’dan
ziyade toplumsal dinamiklere ulaşan bir şeriat. Recm cezasının uygulanmadığı,
hırsızın elinin kesilmediği, eşcinselliğin çok da tuhaf karşılanmadığı,
gayrimüslim düşmanlığının bulunmadığı bir şeriat; bilmiyorum İslamcılarımız ne
kadar arzu ederlerdi. Dersimlilerin sünnileştirilmesi, İstanbul’un ve İzmir’in Rumlardan
arındırılması, Ermenilerin etnik temizliğe maruz bırakılması gibi olaylar
düşünüldüğünde tuhaftır ki İslamcılarımızın karşı olduğu İttihatçı-Cumhuriyetçi
laiklik, Osmanlı şeriatından çok daha İslamcıdır.
Post-Yapısalcı teorinin üçüncü dersi, “hiçbir şey doğru
değilse her şey doğrudur” demek aptallıktır. Tarihin ve sözün göreceli olması,
yorumlardan (discourses) oluşması, tüm yorumları eşit derecede doğru kılmaz.
Hala bazıları daha nesnel, bazıları daha özneldir. Bundan sonra
yazacaklarım, daha nesnel bir tarih anlatımından oluşmaktadır ancak kaynak maynak hak getire...
Her şeyimiz ithal, fındığı bile ithal ediyoruz; o da bir şey
mi? İslamcılığı bile Alamanyalardan getirttik. Çünkü İslamcılık Almanya’da
doğdu. Nazi Almanya’sı ve Stalin Sovyetleri arasında başlamış bir koca Cihan
harbi, karşımıza yepyeni fikirlerle çıktı. Bilindiği gibi Sovyetler,
kendisinden önce Çarlığın elde tuttuğu Güney Müslümanlarına cazip gelen bir
öneriyle kurulmuştur; halkların özyönetimi önerisiyle. Özbekler, Tatarlar, Çerkezler,
Kazaklar, Kırgızlar… Hepsi, kendi toprakları üzerinde bir özyönetimin kendileri
için ideal olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Ekim Devrimi'ne ya katılmışlar, ya
da destek olmuşlardır. Ne yazık ki Lenin’in, devrimin en büyük destekçisi olan Ukraynalı
Makhnoculara tanımadığı, tanımadığı gibi de katliamlarla bastırdığı özyönetim
hakkını Güney Müslümanları da alamamış; kurdukları halk meclisleri kapatılmış,
vekilleri öldürülmüş, sürülmüştür. Stalin’in devletleştirme politikaları bu
insanları mülksüzleştirmiş, kapattığı serbest pazarlar bu insanları dünyadan
koparmıştır. Devamında gelen ateistleştirme programı ise tuza biber ekmiş,
ibadethaneleri kapatılan bu insanların en temel din özgürlükleri dahi
ellerinden alınmış, cenaze merasimlerine katılmak dahi insanların fişlenmesi,
partiden uzaklaştırılması ve hatta hapsedilmesi için yeterli sebep görülmüştür.
Her şeyin üzerine patlayan bu cihan harbinde Güney Müslümanlarının
Sovyetlerin yanında savaşmaları için nasıl bir sebep kalıyordu? Vagonlarda
birer hayvan gibi taşınan, Rus askerlerinin yanında ikinci sınıf muamele gören,
cepheye resmen ölüme gönderilen bu insanlar ne için savaşacaklardı? Nitekim
savaşmadılar da. Almanlara patır patır teslim oldular. Almanların sağladığı
şartlar ise Sovyetlerinkinden beterdi. Fakat bir süre sonra Nazilerde bir ampul
yanıverdi. Güney Müslümanları, Rus esirler gibi değillerdi. Savaşmıyorlardı
bile. Bu onların savaşı değildi, dahası; Sovyetlere bakışları da pek sıcak
değildi. Bir anda bu esirlere uygulanan muamele (ki katliamdı) değişti, esirhanelerde
güzel yemekler pişmeye, tatlı sözler edilmeye başlandı.

Nazi Müslümanlar. Wolfenstein oyunundaki Nazi Zombiler gibi
durabilirler. Ama onlar gerçekti. Naziler için savaşan Müslüman savaş esirleri.
Hem de canla başla savaşan, Nazilerin zaferinin kendi topraklarının
bağımsızlığına giden bir yol gibi görerek. Türkiye’den gelen o insanlar işte bu
Müslüman Nazi taburlarının fikir mimarı haline geldiler. İslam hakkında
ortalama bir Türkiye Müslümanından daha fazlasını bilmeyen, esasında gayet
seküler bir hayat tarzına sahip, hatta votka aşığı bu Müslümanlar; diyanet
imamlarından din dersleri almaya başladılar. Yahudileri ehl-i kitap (onlara da
kitap verildi) gören İslam’ın bir anda katı bir anti-semitizm’e (Yahudi
düşmanlığı) dönüşümünde bu zamanlar bir mihenk taşıdır.
Bugünümüzün Hitler sempatizanı Müslümanlarının (evet çok var
bu arkadaşlardan) argümanlarına bakmanız bile kafanızda çok şey
canlandıracaktır. Hitler’in İslam’ı öven, yücelten konuşmaları, sözleri
paylaşılır sürekli. Türkleri ve genel anlamda Kafkasları üstün ırklardan
gördüğü anlatılır. Post yapısalcılığın ikinci dersine geri dönelim, kabile
tarihi demiştik değil mi? Bu basit politik gerçekliklerden kendine şeref
çıkartan insanlara siz de acımaya başladınız mı?
Son dakikaya kadar tarafsız kalan Türkiye, savaşı Nazilerin
kaybedeceği belli olunca Almanya’ya karşı savaşa girer. “Biz İkinci Dünya
Savaşı’na katılmadık” diyenler bundan pek bahsetmezler tabi. Berlin işgal
altındadır. Bu şehir yerle bir edilmiştir. Kötüler kaybetmiş, iyiler kazanmış,
savaş bitmiştir. Ya da biz öyle zannederiz; hâlbuki asıl savaş şimdi
başlamaktadır. Sovyetler, Nazilere karşı ittifak ettiği kapitalist devletlere
duyduğu kini Berlin’e yatırır. Berlin ikiye ayrılır. Sovyetlerin ilk istediği,
kendine ihanet etmiş bu savaş esirlerinin kendisine geri verilmesidir. Teslim
edilen ilk partilerin çoğu anında kurşuna dizilir, kalanlar ise Sibirya’ya
sürgün edilir. Sibirya, Sovyetlerin toplama kamplarıdır. Oraya sürüldüyseniz
donarak ölme fikrine alışmanız gerekmektedir, oradan geri dönüş pek nadirdir.
Başlarına ne geleceğini anlayan Müslüman esirlerin bir kısmı Batı Berlin’de
kalırlar, bir kısmı “kardeş ülke” deyip Türkiye’ye gelirler; bir kısmı da
Batıdaki muhtelif ülkelere. Ha bu arada, “kardeş ülke” Türkiye, Stalin’in “höt”
demesiyle esirleri Sovyetlere teslim etmiş, bu teslimat sırasında canını
kurtarmak için İstanbul denizine atlayanları bile “aman Stalin kızmasın” korkusuyla
arayıp bulmuş; Sovyetler de esirleri teslim aldığı an infaz etmiş ve bu olay
ülke çapında büyük bir infiale sebep olmuş, olay mecliste gündeme
getirilmiştir. Almanya’nın güçlü olduğu dönemlerde ülkesindeki Turancı gençlere
gaz veren Türkiye, Almanya’nın kaybedeceği kesinleşince gösterileri
yasaklatmış, protesto eden Turancılara büyük bir polis şiddeti göstermiş, “ırkçılık
Turancılık” davalarıyla çoğunu hapse ve işkenceye göndermiştir. Hukukun nasıl
işlediğini anlamak açısından mühim şeyler bunlar.
Almanya’nın Sovyet Karşıtlığı bayrağını yerden alan ülke
Amerika olacaktır. Nazi Müslümanlar da yavaş yavaş CIA Müslümanlarına
dönüşecektir. Amerika-İslamcı birlikteliğinin nişanı bu zamanlar yapılmıştır
işte. Sovyetlere karşı Güney Müslümanlarını tavlamaya çalışan Amerika, bu ülkelerdeki
İslamcı örgütleri hem iktisadî hem de askerî açıdan desteklemiş, El Kaide,
Taliban, Müslüman Kardeşler (bu örgütün bugün ismi çok duyuluyor, Münih’te
camileri bile vardı o yıllarda, hala duruyor) gibi örgütlerin büyümesini
sağlamış ve en sonunda tekrardan kendi başına belayı almıştır. (Tekrardan
derken, Fransa’ya karşı Vietnamlıları tavlamak için Viet-Kong’a destek sağlayan
Amerika’nın Vietnam savaşında bizzat Viet-kong tarafından eline verilmesinden
sonra tekrardan.)
Nitekim bu örgütler gün geçtikçe radikalleşmiş, gün geçtikçe
siyasal erklere ulaşmış ve kontrolden çıkmışlardır.
Almanya iki blok halinde tekrar yapılanmaya başladığında,
kapitalist blok büyük bir işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Bu işgücü çoğunlukla
Müslüman ülkelerden sağlanacaktı. En çok da Türkiye’den insanlar gidecekti.
Hepimizin hayatında bulunan o “Almanya’da çalışmış” akrabaların göç ettiği
yıllar bu yıllardı. Bunlar çoğunlukla köylüydüler. Burası önemli. Çünkü Batı
Berlin’de çalınan İslamcılık mayası Almanya’da değil, bu köylüler sayesinde Anadolu
ve Ortadoğu taşralarında tutacaktı. Nihayet 60’larda Türkiye’de başlayan “köyden
kente göç” akımıyla beraber Anadolu taşralarından çıkıp kentlere yayılacaktı.
İslamcılığın taşrada ve taşradan yayılmasının İslamcılığın köy kültürü için
biçilmiş kaftan olmasıyla yakından alakası var.
Her şeyden önce İslamcılığın entelektüel bir altyapısı yok. İslamcı olmak için kütüphaneler dolusu kitap okumanız gerekmiyor, Kuran bile okumasanız olur; Müslüman Kardeşlerin fikir adamlarının (Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudî, Afganî) en çok eleştirilen yönlerinden biri düpedüz zır cahil olmalarıdır. Sovyetler Birliği ile başladıkları öfke dünyalarına Ortadoğu Monarşileri ile devam eden ve Amerika ile (ki her şey Seyid Kutub’un Amerika’ya gidip, Freud’un zamanında “devasa bir hata” olarak tanımladığı bu ülkeyi “devasa bir kıyamet alameti” olarak yorumlamasıyla başlar) tamamına erdiren bu örgüt, gerçekçilikten o kadar uzaktır ki o kadar olur. Bu ve benzeri örgütlerin savunduğu selefî içtihadı ise tüm İslam âleminin yüz karasıdır denilebilir. Bu noktada, köy enstitülerinin kapatılmasıyla sistematik olarak eğitimsizliğe itilmiş köylünün hoşuna gitmiştir bu fikir.
Teorik değil pratiktirler. Ne yapılması gerekiyorsa o
yapılır. Hastalık mı var? Hastane açılır. Doktor, teçhizat mühim değil; bulunur.
Eğitim yok mu? Okul açılır. Öğretmen, sıra; bulunur. Yol mu yok? Yapılır.
Çökmüş, çökmemiş, mühim değil. Bu insanlar balık tutmayı öğretmez, balık verir;
en sevdikleri kelime “hizmet”tir. Çağrışmadıysanız bu paragrafı bir daha
okuyun.
Köylü için oğlan kızdan mühimdir, oğlan tarlanın çalışanı ve halefidir (bir sonraki sahibi.) Fakat kız kısa vadede bir getiriye sahip
değildir, acilden satılıp elden çıkarılmalıdır; üstüne halef olursa tarla
ailede kalmaz, damat vasıtasıyla başka aileye geçer.
Köylü dışa kapalıdır. Kendi yağında kavrulur. Yapı
itibariyle muhafazakârdır. Bu haliyle İslamcılık, köylü için hoş bir gömlek
olabilir. Kazın öbür ayağında ise köyden kente geçen köylü vardır.
Biat kültürü, ulu-l emr’e itaat ise bu fikrin köyde
mayalanmasına politik bir gerekçe hazırlamıştır. Bu sayede fikri köylüden çok
ağa sevmiştir.
Bu topraklarda çok travmalar yaşanmıştır, orası kesin. Bence
bu travmaların en büyüğü köyden kente göçtür. Her şeyimize yansımıştır bu
travma, edebiyatımıza da sanatımıza da kültürümüze de. Köylü kente, bir kentli
olmak için gitmemiştir. Köyün zor şartlarında mücadele etmiş bu insan, mücadelesini
tarlasında değil fabrikasında sürdürürken, yeni şartlara karşı diş bilemiştir
artık. “Ey İstanbul, sen mi büyüksün ben mi?” diye Haydarpaşa’ya çıkan köylü,
İstanbul’u yenmeye ant içmiştir. Coğrafya değişse de şartlar değişmemiştir çünkü
kır proleteri kent proleterine dönüşmüştür o kadar. Şehre nüfuz etmemiştir
köylü, şehirde köyünü kurmuştur. Belediyenin verdiği resmi tapuları
gecekondulara, kuş uçmaz kervan geçmez arazileri mahallelere çevirmiştir.
Bugün bir milyon nüfusu olan Ümraniye’de dün az sayıda
Bulgar göçmeni oturuyordu mesela.
Küçükçekmece’nin çoğu böyledir. Zeytinburnu, Kâğıthane,
İkitelli, Bayrampaşa, Davut Paşa, Gaziosmanpaşa diye gidersiniz. Mahallelerin
isimleri hep Anadolu şehirlerinden alınmadır. Amerika’daki New England misali. Şu
mahallede Erzurumlular yaşar, şurada Rizeliler, şurada Yozgatlılar. Bütünlük
yoktur. Köy kültürünün tek sesliliğini her yerinizde hissedersiniz.
Kadıköy’ün her yeri farklıdır mesela. Yel değirmeni farklıdır,
Bahariye farklıdır, Moda farklıdır, Rıhtım farklıdır. Ama Esenler’de her yer
aynıdır. Mahalle ardına mahalle geçersiniz, yıkık dökük evler hep aynıdır.
Duvarlar, kaldırımlar, hep her şey aynıdır. Buralar de şehirdir, ama
şehirleşmemiştir, köy kültürü hâkimdir buralara. Anadolu’nun herhangi bir
kasabası gibidir. Giyinişlerinden bakışlarına, yürüyüşlerinden konuşmalarına
kadar aynıdır. İstanbul’un “isyankâr köyleri”nde bile görürsünüz bu tek-tipliliği.
Mahalle, köy yaşantısının bir uzantısıdır.
Köy insanı, şehre cihat etmektedir. Challange (meydan okuma)
kavramının tam karşılığıdır cihat; şehre ve şehre ait tüm değerlere karşı
cihat. Şehirli sanat ucube, şehirli bilgi ukala, şehirli kadın orospu, şehirli
erkek gavat, şehirli yaşam ahlaksızlık, şehirli eylem terördür. Her noktada
görebilirsiniz bu cihadı, her eylemde bulunur; tacizin ve tecavüzün dahi alt metninde
yatan fikir cihattır.
Bir İstanbul seçim haritası alın, Üsküdar ve Beyoğlu birer
istisnadır. Sarı bölgelerin (AKP) çoğu Anadolu kasabasıdır, kırmızı yerlerse
(CHP) şehirdir. O kadar ki Sarı bölgede yaşayanlar, hafta sonlarını Kırmızı
bölgede değerlendirirler; “şehir turu” gibisinden. Kırmızı bölgedekiler ise
Sarı bölgelere girmezler pek, buralarda hoş karşılanmayacaklarını bilirler,
izoledir buralar.
Şimdi kalkıp bu insanların Gezi eylemcilerine kaldırım taşı
söktükleri, belediye otobüsü yaktıkları, polis taşladıkları için tepki gösterdiklerini
söylerseniz buna kendiniz de inanır mısınız? Kentlileşememiş kentlilerin
hazmedemediği şey “şu” eylem ya da “bu” eylem değildir, bizzat eylem fikrinin
kendisidir. Çünkü eylem, protesto, sivil toplumlaşma, sendikalaşma; bunlar
demokrasi kültürüne aittirler ve demokrasi kültürü, kent kültürünün bir
parçasıdır. Köy kültürü tek seslidir; buna bir de İslamcı itaatkârlığı
eklerseniz maalesef tadından yenmeyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder