18 Eylül 2013 Çarşamba

Post-Modern Üzerine Üç Ders, Kent Hakkı ve İslamcılık (kısacası aklıma ne geldiyse)



Kır tek seslidir. Müziğinde bile bunu görebilirsiniz. Kökeni Anadolu kırsalı olan halk müziği tek seslidir, bir bağlama çalınır ve bir türkü söylenir. Ama kökeni İstanbul kenti olan sanat müziği çok seslidir; kanun, tambur, ud, ney… Tesadüf değil, Amerika’nın güney kırsallarından çıkan country müziğinde bir gitar ya da bir keman vardır o kadar, kente vardığında yanına bir davul, bir bas, hatta zamanla klavye eklenerek rock’n roll’a evrilmiştir. Amerikan kırsallarına köle olarak getirilen siyahiler, Afrika’da akontingleriyle çaldıkları ezgileri bu topraklarda bir gitarla devam ettirmiş, ancak binlerce kilometre seyahatin ve yüzlerce senenin değiştiremediği bu tek-seslilik 1920’lerin Şikago’sunda bir saksafon, bir kontrbas ve bir piano ile kökünden bir değişime uğramış, Jazz çağını başlatmıştır. Karadeniz kırsalının kemençesi, Orta Asya bozkırlarının neyi, Afrika tamtamları, Ortadoğu defi, fareli köyün kavalcısı hep tek sestir. Belki de tarihi en net tutulan değişimlerden birini Jamaika müziğinde görürsünüz, tüm bir göçün, bir exodus’un başaramadığı şeyi, Bob Marley’in deyimiyle “betondan ormanlara” yapılan göç başarmış, Etiyopya halk ezgilerinin karnından reggae müziğini çıkarmıştır.

Cihangir kaldırımlarının çok-renklilik ve tek-renklilik mücadelesi aslında tipik bir kent-köy mücadelesidir; bu yazı biraz da bu çatışmanın tarihini anlatıyor.

Medeniyet kentte başlar. Bizzat medenî kelimesi bile bir şehir devleti olan Medine’den türemiştir. Aynı sözcüğün ecnebicesi olan civilization kelimesini alıp civil (vatandaşsal) citizen (vatandaş) ve en nihayetinde city (şehir) kelimeleriyle de karşılaştırabilirsiniz. Bunlar tesadüf değildir. Tüm bir Avrupa medeniyeti, şehir devletlerinden oluşan Antik Yunan’dan doğmuştur. Şehirleşen Mısır, sadece Ortadoğu’yu değil; koskoca İskender’i, koskoca Roma’yı, koskoca İslam’ı adam etmiştir.

Çağımızın en büyük post-marksist kuramcılarından ve filozoflarından biri olan David Harvey, Gezi olaylarını da Occupy bağlamında alıp, tüm bu 21. Yüzyıl isyanlarının karakteristiğinde bir “kent hakkı” kavramının yattığını ifade eder. Bu kavram içerisinde yeniden ürettiği kentlilik, bakış açımızı değiştirecek cinstendir. Bilhassa bir maddenin altını çizeyim, “diğer kentlilerle yaşamak bir kent hakkıdır.

Yani? Yanisi şu ki, diğerleriyle yaşamak bizim için bir zorunluluk değil, bir hak. Çünkü şehrin psikolojisi bunu yaratır. Çünkü şehir, yapı itibariyle çok seslidir ve buraya gelen insan, burada kendisi gibi olmayanlarla beraber yaşayacağını bilerek; bildiğine göre de arzu ederek gelmiştir. Farklı kökenlerden, farklı mezheplerden, farklı dinlerden, farklı ideolojilerden insanlarla tanışacağını, onlarla yaşayacağını, onlardan öğreneceğini ve nihayetinde onlarla karışacağını bilerek gelmiştir. Bu, şehir insanının bir hakkıdır. Öyleyse şehri ekonomik olarak sınıflandıran kentsel dönüşümler kadar sosyal olarak sınıflandıran mahalleleşmeler de her şeyden önce şehirlinin kent haklarına tecavüzdür; zira kenti dönüştürme hakkı proje sıçan mimarlara, bol keseden tapu dağıtıp kırk sene sonra hatırlamayan belediyelere değil bizzat kentliye ait olmalıdır.

Post-yapısalcı anlayışta etüt edilmesi gereken ilk fikir şu; “the author is dead (müellif öldü/ölüdür).” Yani söz ağızdan çıktığı an artık size ait değildir, siz ölmüşsünüzdür, söz üzerinde bir otorite (İngilizce’de “yazar” anlamına gelen “author” kelimesinin authority(otorite) kelimesinin de kökeni olması bu noktada çok önemli) sahibi değilsinizdir. Artık mühim olan bu sözü ne amaçla söylediğiniz değil, bu sözün ne amaçla algılandığıdır. Artık sözünüz size değil, duyanlara aittir. Kısaca “önemli olan metin değil metnin nasıl yorumlandığıdır.” Bu anlamda İslam kültürünü anlamak için Kuran okumanız fayda etmez, tefsirlerini okumalısınızdır. Önemli olan Kuran’ın ne anlattığı değil, toplumların onu nasıl anladığı, nasıl yorumladığı, nasıl uyarladığıdır. Cumhuriyet İslamı’nı anlamak için Elmalılı Hamdi’nin Batıcı tefsirine bakarsınız; Müslüman Kardeşler İslam’ını anlamak için Seyyid Kutub’un sadeleştirici tefsirine, Şii İslam’ını anlamak için Tabetabai’ninkine, vesaire…

İslamcılık bizde hep sebeptir, hiç sonuç olarak değerlendirilmez. Oysa bin senelik bir tarihi açıklamak için kullanılan bu ideolojinin kendi tarihi 1950’lerden daha aşağı gitmemesi ironiktir. Fakat her ideoloji tarihi kendi tekeline alır. Bu da Post-Yapısalcı teorinin ikinci büyük dersidir; gerçek tarih diye bir şey yoktur, ilkel insanın kabile hikâyeleri ne kadar gerçekse modern insanın tarih bilimi o kadar gerçektir; her dinin, her ulusun, her ülkenin, her halkın (kısacası her modern kabilenin) kendi insanlık tarihi vardır ve tabi ki narrative (anlatıcı) kabile bu tarihteki en güçlü unsurdur. Bu noktada tüm medeniyetin, sanatın ve felsefenin Batı’da doğduğunu, tüm ırkların Türklerden türediğini, tüm peygamberlerin Müslüman olduğunu, tüm hak ve özgürlüklerin Cumhuriyet ile kazanıldığını falan düşünüyorsanız; tüm insanlığın anasının kabilesindeki totem olduğunu düşünen ilkelden tek farkınız kendinizi “modern, bilimsel, rasyonel” olarak adlandırıyor olmanız.

Bu anlamda İslamcılık elbette tüm bir İslam kültürü tarihini kendi ideolojisine gösterge olarak atayacaktır. Kuran’ı da bu tarih ışığında yorumlayacaktır. Osmanlı’nın hukukunda örfî şeriat vardır, yani Kuran’dan ziyade toplumsal dinamiklere ulaşan bir şeriat. Recm cezasının uygulanmadığı, hırsızın elinin kesilmediği, eşcinselliğin çok da tuhaf karşılanmadığı, gayrimüslim düşmanlığının bulunmadığı bir şeriat; bilmiyorum İslamcılarımız ne kadar arzu ederlerdi. Dersimlilerin sünnileştirilmesi, İstanbul’un ve İzmir’in Rumlardan arındırılması, Ermenilerin etnik temizliğe maruz bırakılması gibi olaylar düşünüldüğünde tuhaftır ki İslamcılarımızın karşı olduğu İttihatçı-Cumhuriyetçi laiklik, Osmanlı şeriatından çok daha İslamcıdır. 

Post-Yapısalcı teorinin üçüncü dersi, “hiçbir şey doğru değilse her şey doğrudur” demek aptallıktır. Tarihin ve sözün göreceli olması, yorumlardan (discourses) oluşması, tüm yorumları eşit derecede doğru kılmaz. Hala bazıları daha nesnel, bazıları daha özneldir. Bundan sonra yazacaklarım, daha nesnel bir tarih anlatımından oluşmaktadır ancak kaynak maynak hak getire...

Her şeyimiz ithal, fındığı bile ithal ediyoruz; o da bir şey mi? İslamcılığı bile Alamanyalardan getirttik. Çünkü İslamcılık Almanya’da doğdu. Nazi Almanya’sı ve Stalin Sovyetleri arasında başlamış bir koca Cihan harbi, karşımıza yepyeni fikirlerle çıktı. Bilindiği gibi Sovyetler, kendisinden önce Çarlığın elde tuttuğu Güney Müslümanlarına cazip gelen bir öneriyle kurulmuştur; halkların özyönetimi önerisiyle. Özbekler, Tatarlar, Çerkezler, Kazaklar, Kırgızlar… Hepsi, kendi toprakları üzerinde bir özyönetimin kendileri için ideal olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Ekim Devrimi'ne ya katılmışlar, ya da destek olmuşlardır. Ne yazık ki Lenin’in, devrimin en büyük destekçisi olan Ukraynalı Makhnoculara tanımadığı, tanımadığı gibi de katliamlarla bastırdığı özyönetim hakkını Güney Müslümanları da alamamış; kurdukları halk meclisleri kapatılmış, vekilleri öldürülmüş, sürülmüştür. Stalin’in devletleştirme politikaları bu insanları mülksüzleştirmiş, kapattığı serbest pazarlar bu insanları dünyadan koparmıştır. Devamında gelen ateistleştirme programı ise tuza biber ekmiş, ibadethaneleri kapatılan bu insanların en temel din özgürlükleri dahi ellerinden alınmış, cenaze merasimlerine katılmak dahi insanların fişlenmesi, partiden uzaklaştırılması ve hatta hapsedilmesi için yeterli sebep görülmüştür.

Her şeyin üzerine patlayan bu cihan harbinde Güney Müslümanlarının Sovyetlerin yanında savaşmaları için nasıl bir sebep kalıyordu? Vagonlarda birer hayvan gibi taşınan, Rus askerlerinin yanında ikinci sınıf muamele gören, cepheye resmen ölüme gönderilen bu insanlar ne için savaşacaklardı? Nitekim savaşmadılar da. Almanlara patır patır teslim oldular. Almanların sağladığı şartlar ise Sovyetlerinkinden beterdi. Fakat bir süre sonra Nazilerde bir ampul yanıverdi. Güney Müslümanları, Rus esirler gibi değillerdi. Savaşmıyorlardı bile. Bu onların savaşı değildi, dahası; Sovyetlere bakışları da pek sıcak değildi. Bir anda bu esirlere uygulanan muamele (ki katliamdı) değişti, esirhanelerde güzel yemekler pişmeye, tatlı sözler edilmeye başlandı.

Bu sırada Türkiye’ye bir dönmek gerekiyor. İnönü hükümetinin bulunduğu yıllar. Hükümet bu savaşa girmemek için götünü yırtsa da halk ve bürokratlar arasında farklı fikirler oldukça yaygın. Sovyetlerin yanında savaşılması gerektiğini söyleyen sosyalistlere karşı Almanların yanında savaşmak gerektiğini söyleyen Turancılar… Herkesin bir sebebi var, bu noktada hükümetin de boyuna Turancıları gazladığını söylemek gerekli. Zira inönü hükümeti, İttihatçılardan kalma Turancı fikri hala sürdürmekte. Malum, bu bahsettiğim Güney Müslümanlarının yaşadığı topraklar, Turan denilen toprakların büyük bir kısmını içine almakta. On yıllar sonra Özal döneminde kurtlu bisküvi göndererek iyi ilişkiler kurmaya çalışacağımız bu topraklar da Sovyetlerin kontrolü altında. Herkes kendi devletinin sömürgeci olmadığı zanneder, bu dönemin havasını solumak belki bizi bu yanılgıdan kurtarabilir. Lafı çok uzatmayacağım, Türkiye her ne kadar bu savaşta tarafsız görünse de Almanya’dan yana bir tavır almıştır. Almanya’dan bolca silah almış, Almanya’ya bolca malzeme göndermiş ve ırkçı Alman ideolojisinden çokça nemalanmıştır. Türkiye’den Almanya’ya giden generaller, bürokratlar, imamlar, fikir adamları olmuştur. Bunları ne yaptılar? İşte hikâyenin bu kısmında tekrar esirhanelere dönüyoruz.

Nazi Müslümanlar. Wolfenstein oyunundaki Nazi Zombiler gibi durabilirler. Ama onlar gerçekti. Naziler için savaşan Müslüman savaş esirleri. Hem de canla başla savaşan, Nazilerin zaferinin kendi topraklarının bağımsızlığına giden bir yol gibi görerek. Türkiye’den gelen o insanlar işte bu Müslüman Nazi taburlarının fikir mimarı haline geldiler. İslam hakkında ortalama bir Türkiye Müslümanından daha fazlasını bilmeyen, esasında gayet seküler bir hayat tarzına sahip, hatta votka aşığı bu Müslümanlar; diyanet imamlarından din dersleri almaya başladılar. Yahudileri ehl-i kitap (onlara da kitap verildi) gören İslam’ın bir anda katı bir anti-semitizm’e (Yahudi düşmanlığı) dönüşümünde bu zamanlar bir mihenk taşıdır. 

Bugünümüzün Hitler sempatizanı Müslümanlarının (evet çok var bu arkadaşlardan) argümanlarına bakmanız bile kafanızda çok şey canlandıracaktır. Hitler’in İslam’ı öven, yücelten konuşmaları, sözleri paylaşılır sürekli. Türkleri ve genel anlamda Kafkasları üstün ırklardan gördüğü anlatılır. Post yapısalcılığın ikinci dersine geri dönelim, kabile tarihi demiştik değil mi? Bu basit politik gerçekliklerden kendine şeref çıkartan insanlara siz de acımaya başladınız mı?

Son dakikaya kadar tarafsız kalan Türkiye, savaşı Nazilerin kaybedeceği belli olunca Almanya’ya karşı savaşa girer. “Biz İkinci Dünya Savaşı’na katılmadık” diyenler bundan pek bahsetmezler tabi. Berlin işgal altındadır. Bu şehir yerle bir edilmiştir. Kötüler kaybetmiş, iyiler kazanmış, savaş bitmiştir. Ya da biz öyle zannederiz; hâlbuki asıl savaş şimdi başlamaktadır. Sovyetler, Nazilere karşı ittifak ettiği kapitalist devletlere duyduğu kini Berlin’e yatırır. Berlin ikiye ayrılır. Sovyetlerin ilk istediği, kendine ihanet etmiş bu savaş esirlerinin kendisine geri verilmesidir. Teslim edilen ilk partilerin çoğu anında kurşuna dizilir, kalanlar ise Sibirya’ya sürgün edilir. Sibirya, Sovyetlerin toplama kamplarıdır. Oraya sürüldüyseniz donarak ölme fikrine alışmanız gerekmektedir, oradan geri dönüş pek nadirdir. Başlarına ne geleceğini anlayan Müslüman esirlerin bir kısmı Batı Berlin’de kalırlar, bir kısmı “kardeş ülke” deyip Türkiye’ye gelirler; bir kısmı da Batıdaki muhtelif ülkelere. Ha bu arada, “kardeş ülke” Türkiye, Stalin’in “höt” demesiyle esirleri Sovyetlere teslim etmiş, bu teslimat sırasında canını kurtarmak için İstanbul denizine atlayanları bile “aman Stalin kızmasın” korkusuyla arayıp bulmuş; Sovyetler de esirleri teslim aldığı an infaz etmiş ve bu olay ülke çapında büyük bir infiale sebep olmuş, olay mecliste gündeme getirilmiştir. Almanya’nın güçlü olduğu dönemlerde ülkesindeki Turancı gençlere gaz veren Türkiye, Almanya’nın kaybedeceği kesinleşince gösterileri yasaklatmış, protesto eden Turancılara büyük bir polis şiddeti göstermiş, “ırkçılık Turancılık” davalarıyla çoğunu hapse ve işkenceye göndermiştir. Hukukun nasıl işlediğini anlamak açısından mühim şeyler bunlar.

Almanya’nın Sovyet Karşıtlığı bayrağını yerden alan ülke Amerika olacaktır. Nazi Müslümanlar da yavaş yavaş CIA Müslümanlarına dönüşecektir. Amerika-İslamcı birlikteliğinin nişanı bu zamanlar yapılmıştır işte. Sovyetlere karşı Güney Müslümanlarını tavlamaya çalışan Amerika, bu ülkelerdeki İslamcı örgütleri hem iktisadî hem de askerî açıdan desteklemiş, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler (bu örgütün bugün ismi çok duyuluyor, Münih’te camileri bile vardı o yıllarda, hala duruyor) gibi örgütlerin büyümesini sağlamış ve en sonunda tekrardan kendi başına belayı almıştır. (Tekrardan derken, Fransa’ya karşı Vietnamlıları tavlamak için Viet-Kong’a destek sağlayan Amerika’nın Vietnam savaşında bizzat Viet-kong tarafından eline verilmesinden sonra tekrardan.)

Nitekim bu örgütler gün geçtikçe radikalleşmiş, gün geçtikçe siyasal erklere ulaşmış ve kontrolden çıkmışlardır.

Almanya iki blok halinde tekrar yapılanmaya başladığında, kapitalist blok büyük bir işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Bu işgücü çoğunlukla Müslüman ülkelerden sağlanacaktı. En çok da Türkiye’den insanlar gidecekti. Hepimizin hayatında bulunan o “Almanya’da çalışmış” akrabaların göç ettiği yıllar bu yıllardı. Bunlar çoğunlukla köylüydüler. Burası önemli. Çünkü Batı Berlin’de çalınan İslamcılık mayası Almanya’da değil, bu köylüler sayesinde Anadolu ve Ortadoğu taşralarında tutacaktı. Nihayet 60’larda Türkiye’de başlayan “köyden kente göç” akımıyla beraber Anadolu taşralarından çıkıp kentlere yayılacaktı. İslamcılığın taşrada ve taşradan yayılmasının İslamcılığın köy kültürü için biçilmiş kaftan olmasıyla yakından alakası var.

Her şeyden önce İslamcılığın entelektüel bir altyapısı yok. İslamcı olmak için kütüphaneler dolusu kitap okumanız gerekmiyor, Kuran bile okumasanız olur; Müslüman Kardeşlerin fikir adamlarının (Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudî, Afganî) en çok eleştirilen yönlerinden biri düpedüz zır cahil olmalarıdır. Sovyetler Birliği ile başladıkları öfke dünyalarına Ortadoğu Monarşileri ile devam eden ve Amerika ile (ki her şey Seyid Kutub’un Amerika’ya gidip, Freud’un zamanında “devasa bir hata” olarak tanımladığı bu ülkeyi “devasa bir kıyamet alameti” olarak yorumlamasıyla başlar) tamamına erdiren bu örgüt, gerçekçilikten o kadar uzaktır ki o kadar olur. Bu ve benzeri örgütlerin savunduğu selefî içtihadı ise tüm İslam âleminin yüz karasıdır denilebilir. Bu noktada, köy enstitülerinin kapatılmasıyla sistematik olarak eğitimsizliğe itilmiş köylünün hoşuna gitmiştir bu fikir.

Teorik değil pratiktirler. Ne yapılması gerekiyorsa o yapılır. Hastalık mı var? Hastane açılır. Doktor, teçhizat mühim değil; bulunur. Eğitim yok mu? Okul açılır. Öğretmen, sıra; bulunur. Yol mu yok? Yapılır. Çökmüş, çökmemiş, mühim değil. Bu insanlar balık tutmayı öğretmez, balık verir; en sevdikleri kelime “hizmet”tir. Çağrışmadıysanız bu paragrafı bir daha okuyun.

Köylü için oğlan kızdan mühimdir, oğlan tarlanın çalışanı ve halefidir (bir sonraki sahibi.) Fakat kız kısa vadede bir getiriye sahip değildir, acilden satılıp elden çıkarılmalıdır; üstüne halef olursa tarla ailede kalmaz, damat vasıtasıyla başka aileye geçer.

Köylü dışa kapalıdır. Kendi yağında kavrulur. Yapı itibariyle muhafazakârdır. Bu haliyle İslamcılık, köylü için hoş bir gömlek olabilir. Kazın öbür ayağında ise köyden kente geçen köylü vardır.

Biat kültürü, ulu-l emr’e itaat ise bu fikrin köyde mayalanmasına politik bir gerekçe hazırlamıştır. Bu sayede fikri köylüden çok ağa sevmiştir.

Bu topraklarda çok travmalar yaşanmıştır, orası kesin. Bence bu travmaların en büyüğü köyden kente göçtür. Her şeyimize yansımıştır bu travma, edebiyatımıza da sanatımıza da kültürümüze de. Köylü kente, bir kentli olmak için gitmemiştir. Köyün zor şartlarında mücadele etmiş bu insan, mücadelesini tarlasında değil fabrikasında sürdürürken, yeni şartlara karşı diş bilemiştir artık. “Ey İstanbul, sen mi büyüksün ben mi?” diye Haydarpaşa’ya çıkan köylü, İstanbul’u yenmeye ant içmiştir. Coğrafya değişse de şartlar değişmemiştir çünkü kır proleteri kent proleterine dönüşmüştür o kadar. Şehre nüfuz etmemiştir köylü, şehirde köyünü kurmuştur. Belediyenin verdiği resmi tapuları gecekondulara, kuş uçmaz kervan geçmez arazileri mahallelere çevirmiştir. 

Bugün bir milyon nüfusu olan Ümraniye’de dün az sayıda Bulgar göçmeni oturuyordu mesela.

Küçükçekmece’nin çoğu böyledir. Zeytinburnu, Kâğıthane, İkitelli, Bayrampaşa, Davut Paşa, Gaziosmanpaşa diye gidersiniz. Mahallelerin isimleri hep Anadolu şehirlerinden alınmadır. Amerika’daki New England misali. Şu mahallede Erzurumlular yaşar, şurada Rizeliler, şurada Yozgatlılar. Bütünlük yoktur. Köy kültürünün tek sesliliğini her yerinizde hissedersiniz.

Kadıköy’ün her yeri farklıdır mesela. Yel değirmeni farklıdır, Bahariye farklıdır, Moda farklıdır, Rıhtım farklıdır. Ama Esenler’de her yer aynıdır. Mahalle ardına mahalle geçersiniz, yıkık dökük evler hep aynıdır. Duvarlar, kaldırımlar, hep her şey aynıdır. Buralar de şehirdir, ama şehirleşmemiştir, köy kültürü hâkimdir buralara. Anadolu’nun herhangi bir kasabası gibidir. Giyinişlerinden bakışlarına, yürüyüşlerinden konuşmalarına kadar aynıdır. İstanbul’un “isyankâr köyleri”nde bile görürsünüz bu tek-tipliliği. Mahalle, köy yaşantısının bir uzantısıdır.

Köy insanı, şehre cihat etmektedir. Challange (meydan okuma) kavramının tam karşılığıdır cihat; şehre ve şehre ait tüm değerlere karşı cihat. Şehirli sanat ucube, şehirli bilgi ukala, şehirli kadın orospu, şehirli erkek gavat, şehirli yaşam ahlaksızlık, şehirli eylem terördür. Her noktada görebilirsiniz bu cihadı, her eylemde bulunur; tacizin ve tecavüzün dahi alt metninde yatan fikir cihattır.

Bir İstanbul seçim haritası alın, Üsküdar ve Beyoğlu birer istisnadır. Sarı bölgelerin (AKP) çoğu Anadolu kasabasıdır, kırmızı yerlerse (CHP) şehirdir. O kadar ki Sarı bölgede yaşayanlar, hafta sonlarını Kırmızı bölgede değerlendirirler; “şehir turu” gibisinden. Kırmızı bölgedekiler ise Sarı bölgelere girmezler pek, buralarda hoş karşılanmayacaklarını bilirler, izoledir buralar.

Şimdi kalkıp bu insanların Gezi eylemcilerine kaldırım taşı söktükleri, belediye otobüsü yaktıkları, polis taşladıkları için tepki gösterdiklerini söylerseniz buna kendiniz de inanır mısınız? Kentlileşememiş kentlilerin hazmedemediği şey “şu” eylem ya da “bu” eylem değildir, bizzat eylem fikrinin kendisidir. Çünkü eylem, protesto, sivil toplumlaşma, sendikalaşma; bunlar demokrasi kültürüne aittirler ve demokrasi kültürü, kent kültürünün bir parçasıdır. Köy kültürü tek seslidir; buna bir de İslamcı itaatkârlığı eklerseniz maalesef tadından yenmeyecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder