4 Nisan 2014 Cuma

Türkiye Muhaliflerindeki Temel Yanılgılar

Merhaba muhalif arkadaşım. Bu yazım doğrudan sana hitap ediyor, senin düşündüklerini ve sana düşündürülenleri ele alıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi krize getirdiğin sonuçları, bu sonuçlardan vardığın çözümleri, bu konuda yaptığın analizleri inceliyor ve bunların neden hatalı olduğunu anlatıyor. Bu sebeple bir yazıdan çok bir diyalog şeklinde ilerleyeceğiz. Şimdi, meselemiz neydi?

Yanılgı: “30 Mart’ta büyük bir hezimet yaşadık, AKP ise zafer kazandı. Neden ya neden L

Evet, biz bir hezimet yaşadık, AKP de bir zafer. Fakat bu hezimet ne denli büyüktür, bu zafer gerçekten bir Osmanlı şamarı mıdır, bunu bir daha düşünmek gerekli. İlk olarak beklentimiz neydi? AKP’nin %30’un altına ineceği ve muhalefetin çoğu bölgeyi alacağı mı? Eğer buysa, beklentilerin gerçekdışıydı. Böyle olacağını sana kim söyledi?

Bu yanılgının temel sebebi bu seçimlerin 2009 Yerel Seçimleri’yle kıyaslanmasıdır. Neden böyle bir kıyaslama yapıldı? Çünkü ikisi de yerel seçim. O seçimde AKP %38 almıştı, şimdi ise %44 aldı, o halde kazanmıştır?

Eğer seçimler gerçekten yerel seçim havasında geçseydi, 2009 Yerel Seçimleri gibi, o zaman böyle bir sonuç elde edilmezdi. Hafife almaktan büyük zevk aldığın Tayyip Erdoğan buna müsaade etmedi ve kışkırtıcı söylemler, kışkırtıcı icraatler, bitmez tükenmez mitinglerle seçimleri genel seçim havasına sokmaya çalıştı. Lafa değil icraate bakarım sloganıyla yola çıkan Erdoğan kimsenin icraate bakmasına izin vermeyecek kadar konuştu. Muhalefet de her zamanki gibi bu zarfı yedi, projelerini tanıtmak yerine ulaşabildikleri her kitleye ses kayıtlarını dinletti. Bu seçimlerin (yaklaşık %90 ile) son zamanların en geniş katılımlı seçimi olduğu söyleniyor. O halde bir kıyaslama yapılacaksa 2011 Genel Seçimleri bu kıyaslamaya çok daha uygundur.

O halde kabaca denilebilir ki AKP, %50’den %45’e düşmüş, CHP de %25’ten %30’a çıkmıştır. CHP’nin ağırlıkta olduğu sandıkların sona bırakılıp Erdoğan’ın %46’lardayken hemen balkon konuşması yapmasından ve bu konuşma sırasındaki yüz ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi kendisi de bunu büyük bir zafer, bir Osmanlı şamarı olarak görmemektedir. Düşüşte olduğunun farkındadır.

Yanılgı: “İşte bu düşüş AKP’yi yıkar!

AKP’yi hiçbir şey yıkmaz. AKP bu noktadan sonra sadece yenilebilir, yıkılamaz. Üzerinde durmamız gereken asıl mesele budur. Gelelim AKP neden yıkılmaz, ya da AKP’yi neden hafife almamalıyıza:

Yanılgı: “Türkiye’de solun alabileceği maksimum oy %30’dur, Türkiye seçmeni çoğunlukla sağ seçmendir.

Aralık 1977 Yerel Seçimleri, Grafik.
1977 Genel Seçimleri’nde Ecevit’in CHP’si %41 ile iktidar olmuş, aynı yılın sonunda yapılan yerel seçimlerde ise %48 ile seçim haritasını kızıla boyamıştır. Bu türden yanılgıların temel sebebi segmentasyon başarısızlığıdır, yani Türkiye seçmenini farklı talepleri ve fikirleri olan küçük gruplar halinde incelemek yerine sağ ve sol olarak iki tam kutuptan ibaret görmek.

Yanılgı: “AKP seçmeni hüloğcudur, eğitimsizdir, anti-demokrattır, yapacak bir şey yok.

Yine segmentasyon hatası. Hayatında kaç tane AKP seçmeniyle tanıştın? Çevrendeki insanların tamamına yakını muhalif, ve bu muhalif grup sadece kendilerini tatmin edecek açıklamalar yapıyor, bilgiler paylaşıyor. Elbette AKP’lileri aptal, kendilerini zeki gösteren söylemler üretecekler. Aksi durumlarda ise susacaklar.

Örneğin AKP Avanos’ta 6 oy farkla kaybetmiş, çünkü 16 AKP seçmeni AKP’ye evet basıktan sonra pusulanın üzerine “CHP’ye hayır” yazmışlar. İşte aptal, eğitimsiz, hüloğ falan. Ben sana bir şey söyleyeyim, 2011 genel seçimlerinde İzmir’de 10.000’e yakın CHP oyu geçersiz sayıldı, çünkü CHP’ye evet basan bu seçmenler Tuncay Özkan’ın bağımsız kadrosuna da evet bastılar. Çevrende kimse bunun haberini yapmadı değil mi?

Düne kadar Cemaat hakkında da aynı şeyleri düşünüyordun, adamlara şakirt diyordun. 17 Aralık gelince bir anda “lan bunlar da bizim gibiymiş aslında” diye düşünmeye başladın. Demek ki neymiş? Yanlış düşünmüşsün.

Hüloğcu, eğitimsiz, anti-demokrat AKP’liler yok mu? Var. Emin ol aynı kitlenin bir benzeri muhalifler içerisinde de var. Peki bunlardan sana ne? Sen zaten bunların oyunu almaya çalışmıyorsun, hitap etmen gereken grup bunlar değil. Kafanı neden bunlarla yoruyorsun? Çünkü karşındakini suçlamak kendini suçlamaktan daha kolay ve tavan yapmış egonu kırmak yerine daha da yükseklere taşıyor.

Yanılgı: “Benim oyum ile bir çobanın oyu bir mi?

Bir. Çünkü o çoban da senin kadar bu ülkede yaşıyor ve o da senin kadar beklenti ve fikir sahibi. Üstüne bir de sen Erdoğan’ı çiftçiye “ananı da al git” dediği için eleştiriyor ve demokrasi bekliyorsun. Eğer demokrasi dışında bir beklentin varsa, örneğin insanların eğitim seviyesine göre oy verdiği bir sistem ya da devrim gibi, karşındaki insan da sana demokrasi dışında bir seçenek sunduğunda (örneğin ılımlı bir diktatörlük gibi) buna hangi temel üzerinden itiraz edeceksin?

Yanılgı: “AKP seçmeni ilkokul mezunu, eğitimsiz, vs vs…

Bak mesele şöyle;

İKSARA istatistikleri, Grafik.
Bu grafikte siyah taraf yükseköğretim görmüş seçmeni temsil ediyor. Kalan yerler ise seçmenlerin kitlesel büyüklükleriyle doğru orantılı. Yani üniversite öğrencileri, yüksek lisans öğrencileri ve akademisyenler arasındaki tercihler hemen hemen eşit.

Yanılgı: “AKP’yi seçimler değil devrim temizler, sokaklara çıkmalı, şöyle böyle yapmalı, böyle böyle etmeli vs vs…

Az önce de dediğim gibi, demokrasi dışında bir beklentin varsa AKP’nin anti-demokratikleşmesini eleştirebileceğin bir zeminin yok demektir. Yani AKP bir diktatörlüğe dönüşürse haklıdır çünkü zaten sen de demokrasi istemiyorsun. Bu bir.

İkincisi tamam, dökülelim sokaklara. Hatta silahlanalım bir de. Çoğumuzun evinde bir silahı vardır diyelim. Farz edelim ki bu da bir iç savaşa dönüşmeyecek. Karşına aldığın partinin elinde TSK var. Elinde olmasa bile yaptığın şeyin sonucunda karşında her türlü TSK’yı bulacaksın. F-16’yı kalaşnikofla mı düşüreceksin mübarek? Kan alırlar diyorum sana kan!

Sen sokağa dökülüp hakkını alan halklara bakıp gaza gelme. Bu tür olaylar genelde çift kutuplu dünyada oluyordu, şimdi senin ayaklanmanı destekleyecek bir Sovyetler yok. Aksine ekonomik istikrar bozulup global bir krize sebebiyet vermesin diye herkes hükümeti destekleyecektir. Ukrayna’ya falan da bakma, onlar ufak tefek ülkeler. Konya kadar coğrafyası olan ülkede hükümeti devirmekle Türkiye’de hükümeti devirmek çok ayrı şeyler. Ayrıca kabul et ya da etme, karşında harbiden güçlü bir siyasi irade var. Bu tür sokak olayları ancak siyasal irade zayıfladığında başarıya ulaşır. Ki bu başarı ne ölçüde başarıdır, ülkelere ne denli huzur getirmiştir bu da ayrı bir tartışma konusu.

Yanılgı: “Halkımız ____ istiyor, _____ istiyor, halkımız _____, bu sebeple _______!!!

Burada boşlukları neyle doldurduğun önemli değil, bu analiz her türlü yanılgı. Ne yanılgısı? Segmentasyon yanılgısı, yine. Halk-millet-ulus-ümmet-vatandaş; kağıt üzerinde kalan ideolojik tümevarımlardır. İdeolojik söylem üretip belirli bir kitleyi gaza getirmek dışında bir işe yaramazlar. Çünkü sanıldığı gibi bir bütün değillerdir. Sen örneğin, Gezi bir halk ayaklanmasıdır derken halk dediğin insanların yarısından fazlası TV izliyordu; ya da Erdoğan millet bizi seçti derken o millet denilen insanların yarısından fazlası aslında ondan zerre hazzetmiyor vs.

Yanılgı: “Tayyip Erdoğan aptalın teki, bi boktan anlamıyor, varoş delikanlısı işte vs vs…

Aptalın tekine 12 senedir yeniliyorsan hiç konuşma. Harbiden. Bak burada önemli olan Erdoğan’ın zekası değil, onun ardındaki zeka. Sen sanıyor musun ki Erdoğan konuşacaklarını yazıyor ve çıkıp konuşuyor? Erdoğan’ın ağzından dökülen o cümlelerin arkasında kaç kişilik bir kadronun emeği var biliyor musun? On iki senede geldiğin-geldiğimiz noktanın esas sebebi senin hep bu adamları hafife almış olmandan kaynaklanıyor. O ise seni ciddiye alıyor, seni ölçüyor, sınıyor, test ediyor.

Yanılgı: “AKP Haziran’da öldü, şimdi ise cesedi var.

30 Mart’tan önce hazırladığı bildiride bunu savunan parti TKP idi, kimi ne kadar ciddiye alman gerektiğini görün diye söylüyorum. Haziran direnişi, yenilmeyen pehlivan AKP’nin yediği ilk yumruktu. Bu yumruk hem AKP’yi hem de muhalefeti şaşırttı. Muhalefet bu yumruğu nasıl attığını düşünmeden eski tip kavga metoduna geri döndü ve dayak yemeye devam etti. Olay bundan ibaret.

Yanılgı: “Türkiye’de kimin iktidar olacağına _______ karar verir. O da AKP’yi destekliyor.

Buradaki boşluğa herhangi bir ülke ismi yazabilirsin. Bu ne anlama gelir? Bu, boşluğa yazdığınız ülkeyi uluslararası ilişkilerin tanrısı olarak gördüğün anlamına gelir. Dünyayı komplo teorileriyle anlamaya çalışmak Kartal-Maltepe minibüsçüleri için günlük hayatın bir parçası olabilir, ama bu yazıyı okuduğuna göre senin işin bu olmamalı. Boşluğa yazdığın ülke sandığın kadar mükemmel bir ülke değil, bunu anlayarak işe başlayacaksın.

30 Mart’ın sebepleri konusunda gördüğüm, işittiğim, aklıma gelen yanılgılar bunlardı. Gelelim ne yapılması gerektiği konusundaki yanılgılara.

Yanılgı: “AKP’yi iktidara taşıyan şey merkez sağda alternatif olmaması, o halde sağda yeni bir parti kurulmalı.

Güzel analiz, hatalı sonuç. Neden? Birincisi parti kurmak, o partiyi il-ilçe bazında teşkilatlandırmak, halka tanıtmak ve oyları bölecek kapasiteye getirmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. İkincisi bu planın başarılı olması için siyasi bir çözülmenin de olması gerekir. SHP, CHP’deki çözülmeden; DSP, SHP’deki çözülmeden, AKP de MSP’deki çözülmeden doğmuştur. AKP’de bir çözülme var mı? Bununla uğraşmak yerine CHP’yi merkez sağdan oy olabilecek bir parti konumuna getirmek çok daha az zahmetli ve çok daha fazla başarılı olacaktır.

Yanılgı: “CHP sağa kaymalıdır.

Ulusalcı-sosyalist söylemlerden kopmalıdır ve kopmaktadır da. Ama sağa kayış? Neden? Sağda zaten halihazırda bir blok var, oraya kayıp ne yapacak? Şunun iyi anlaşılması gerekli, merkez sağ ve sol geçişkendir. Merkez sol, gerektiğinde merkez sağ bir partiye oy verebilir; bunun tersi de geçerlidir.

Yanılgı: “CHP sola kaymalıdır.

CHP zaten merkez solda. Daha da sola kayıp ne yapacak? DSP’den, ÖDP’den, HDP’den ve TKP’den mi oy toplayacak? Kazanılacak bir taş çatlasa %2’lik yükseliş için Merkez Sağ’ı alternatifsiz bırakmak sence mantıklı mı?

Yanılgı: “CHP’nin merkez sağ açılımı tutmadı, ulusalcı çizgiye geri dönmelidir.

Ve barajı bile görememelidir diye devam edebiliriz. Büyük şehirlerde CHP’nin büyük bir başarı kazandığını, Ankara’yı bile alma ihtimaline sahip olduğunu düşünürsek tam tersine CHP’nin açılımı tutmuş fakat reklamı iyi yapılamadığından taşraya ve küçük şehirlere ulaşmamıştır diyebiliriz. Yani bu yanılgının aksine ulusalcı çizgi daha gürültülü bir şekilde elenmeli ve merkez sağa açılım (geçiş değil, açılım) daha gürültülü bir şekilde duyurulmalıdır.

Yanılgı: “Siyasi krizin sebebi barajdır, baraj Avrupa seviyesine çekilirse sorun çözülür.

Baraj kağıt üzerinde bir sembol. Asıl baraj seçmenin algısında yer alıyor. Baraj artık ortadan kalksa da bir işe yaramaz, Türkiye siyaseti iki partili (Kürt sorunu çözülmedikçe 2 + 1 partili) sisteme doğru hızla evriliyor, şimdiden hayırlı uğurlu olsun. Bu noktadan sonra çözüm daha da bölünmekte değil mümkün olduğunca birleşmekte. Birleşen bölümlerin ifade özgürlükleri ise ayrı partilerde değil aynı parti içerisinde tanımlanmalı. Demokraside olay iktidar olmak değil özgür olmaktır, bunun iyi anlaşılması gerek.  

Yanılgı: “Peki CHP ne yapmalıdır?

Neden bu soruyu yanılgı olarak nitelendirdim? Çünkü hala CHP’nin bir şey yapmasını bekliyorsun. Tıpkı Cemaat’in, Redhack’in, vs vs'in bir şey yapmasını beklediğin gibi. Ateist olabilirsin ama özünde bir çeşit mesih bekliyorsun. Kahramanlar onlara ihtiyaç duymadığın zaman ortaya çıkarlar, ihtiyaç duyduğun zaman değil. Bir şey yapması gereken sensin. Eğer Türkiye’nin geldiği ve gitmekte olduğu yer seni endişelendiriyorsa kıçını kaldır ve kendine en yakın bulduğun siyasi partiye/oluşuma katıl. “CHP ne yapmalıdır?” sorusunu bir kenara bırakıp “Ne yapmalıyım?” sorusunu sor.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Post-Modern Üzerine Üç Ders, Kent Hakkı ve İslamcılık (kısacası aklıma ne geldiyse)



Kır tek seslidir. Müziğinde bile bunu görebilirsiniz. Kökeni Anadolu kırsalı olan halk müziği tek seslidir, bir bağlama çalınır ve bir türkü söylenir. Ama kökeni İstanbul kenti olan sanat müziği çok seslidir; kanun, tambur, ud, ney… Tesadüf değil, Amerika’nın güney kırsallarından çıkan country müziğinde bir gitar ya da bir keman vardır o kadar, kente vardığında yanına bir davul, bir bas, hatta zamanla klavye eklenerek rock’n roll’a evrilmiştir. Amerikan kırsallarına köle olarak getirilen siyahiler, Afrika’da akontingleriyle çaldıkları ezgileri bu topraklarda bir gitarla devam ettirmiş, ancak binlerce kilometre seyahatin ve yüzlerce senenin değiştiremediği bu tek-seslilik 1920’lerin Şikago’sunda bir saksafon, bir kontrbas ve bir piano ile kökünden bir değişime uğramış, Jazz çağını başlatmıştır. Karadeniz kırsalının kemençesi, Orta Asya bozkırlarının neyi, Afrika tamtamları, Ortadoğu defi, fareli köyün kavalcısı hep tek sestir. Belki de tarihi en net tutulan değişimlerden birini Jamaika müziğinde görürsünüz, tüm bir göçün, bir exodus’un başaramadığı şeyi, Bob Marley’in deyimiyle “betondan ormanlara” yapılan göç başarmış, Etiyopya halk ezgilerinin karnından reggae müziğini çıkarmıştır.

Cihangir kaldırımlarının çok-renklilik ve tek-renklilik mücadelesi aslında tipik bir kent-köy mücadelesidir; bu yazı biraz da bu çatışmanın tarihini anlatıyor.

Medeniyet kentte başlar. Bizzat medenî kelimesi bile bir şehir devleti olan Medine’den türemiştir. Aynı sözcüğün ecnebicesi olan civilization kelimesini alıp civil (vatandaşsal) citizen (vatandaş) ve en nihayetinde city (şehir) kelimeleriyle de karşılaştırabilirsiniz. Bunlar tesadüf değildir. Tüm bir Avrupa medeniyeti, şehir devletlerinden oluşan Antik Yunan’dan doğmuştur. Şehirleşen Mısır, sadece Ortadoğu’yu değil; koskoca İskender’i, koskoca Roma’yı, koskoca İslam’ı adam etmiştir.

Çağımızın en büyük post-marksist kuramcılarından ve filozoflarından biri olan David Harvey, Gezi olaylarını da Occupy bağlamında alıp, tüm bu 21. Yüzyıl isyanlarının karakteristiğinde bir “kent hakkı” kavramının yattığını ifade eder. Bu kavram içerisinde yeniden ürettiği kentlilik, bakış açımızı değiştirecek cinstendir. Bilhassa bir maddenin altını çizeyim, “diğer kentlilerle yaşamak bir kent hakkıdır.

Yani? Yanisi şu ki, diğerleriyle yaşamak bizim için bir zorunluluk değil, bir hak. Çünkü şehrin psikolojisi bunu yaratır. Çünkü şehir, yapı itibariyle çok seslidir ve buraya gelen insan, burada kendisi gibi olmayanlarla beraber yaşayacağını bilerek; bildiğine göre de arzu ederek gelmiştir. Farklı kökenlerden, farklı mezheplerden, farklı dinlerden, farklı ideolojilerden insanlarla tanışacağını, onlarla yaşayacağını, onlardan öğreneceğini ve nihayetinde onlarla karışacağını bilerek gelmiştir. Bu, şehir insanının bir hakkıdır. Öyleyse şehri ekonomik olarak sınıflandıran kentsel dönüşümler kadar sosyal olarak sınıflandıran mahalleleşmeler de her şeyden önce şehirlinin kent haklarına tecavüzdür; zira kenti dönüştürme hakkı proje sıçan mimarlara, bol keseden tapu dağıtıp kırk sene sonra hatırlamayan belediyelere değil bizzat kentliye ait olmalıdır.

Post-yapısalcı anlayışta etüt edilmesi gereken ilk fikir şu; “the author is dead (müellif öldü/ölüdür).” Yani söz ağızdan çıktığı an artık size ait değildir, siz ölmüşsünüzdür, söz üzerinde bir otorite (İngilizce’de “yazar” anlamına gelen “author” kelimesinin authority(otorite) kelimesinin de kökeni olması bu noktada çok önemli) sahibi değilsinizdir. Artık mühim olan bu sözü ne amaçla söylediğiniz değil, bu sözün ne amaçla algılandığıdır. Artık sözünüz size değil, duyanlara aittir. Kısaca “önemli olan metin değil metnin nasıl yorumlandığıdır.” Bu anlamda İslam kültürünü anlamak için Kuran okumanız fayda etmez, tefsirlerini okumalısınızdır. Önemli olan Kuran’ın ne anlattığı değil, toplumların onu nasıl anladığı, nasıl yorumladığı, nasıl uyarladığıdır. Cumhuriyet İslamı’nı anlamak için Elmalılı Hamdi’nin Batıcı tefsirine bakarsınız; Müslüman Kardeşler İslam’ını anlamak için Seyyid Kutub’un sadeleştirici tefsirine, Şii İslam’ını anlamak için Tabetabai’ninkine, vesaire…

İslamcılık bizde hep sebeptir, hiç sonuç olarak değerlendirilmez. Oysa bin senelik bir tarihi açıklamak için kullanılan bu ideolojinin kendi tarihi 1950’lerden daha aşağı gitmemesi ironiktir. Fakat her ideoloji tarihi kendi tekeline alır. Bu da Post-Yapısalcı teorinin ikinci büyük dersidir; gerçek tarih diye bir şey yoktur, ilkel insanın kabile hikâyeleri ne kadar gerçekse modern insanın tarih bilimi o kadar gerçektir; her dinin, her ulusun, her ülkenin, her halkın (kısacası her modern kabilenin) kendi insanlık tarihi vardır ve tabi ki narrative (anlatıcı) kabile bu tarihteki en güçlü unsurdur. Bu noktada tüm medeniyetin, sanatın ve felsefenin Batı’da doğduğunu, tüm ırkların Türklerden türediğini, tüm peygamberlerin Müslüman olduğunu, tüm hak ve özgürlüklerin Cumhuriyet ile kazanıldığını falan düşünüyorsanız; tüm insanlığın anasının kabilesindeki totem olduğunu düşünen ilkelden tek farkınız kendinizi “modern, bilimsel, rasyonel” olarak adlandırıyor olmanız.

Bu anlamda İslamcılık elbette tüm bir İslam kültürü tarihini kendi ideolojisine gösterge olarak atayacaktır. Kuran’ı da bu tarih ışığında yorumlayacaktır. Osmanlı’nın hukukunda örfî şeriat vardır, yani Kuran’dan ziyade toplumsal dinamiklere ulaşan bir şeriat. Recm cezasının uygulanmadığı, hırsızın elinin kesilmediği, eşcinselliğin çok da tuhaf karşılanmadığı, gayrimüslim düşmanlığının bulunmadığı bir şeriat; bilmiyorum İslamcılarımız ne kadar arzu ederlerdi. Dersimlilerin sünnileştirilmesi, İstanbul’un ve İzmir’in Rumlardan arındırılması, Ermenilerin etnik temizliğe maruz bırakılması gibi olaylar düşünüldüğünde tuhaftır ki İslamcılarımızın karşı olduğu İttihatçı-Cumhuriyetçi laiklik, Osmanlı şeriatından çok daha İslamcıdır. 

Post-Yapısalcı teorinin üçüncü dersi, “hiçbir şey doğru değilse her şey doğrudur” demek aptallıktır. Tarihin ve sözün göreceli olması, yorumlardan (discourses) oluşması, tüm yorumları eşit derecede doğru kılmaz. Hala bazıları daha nesnel, bazıları daha özneldir. Bundan sonra yazacaklarım, daha nesnel bir tarih anlatımından oluşmaktadır ancak kaynak maynak hak getire...

Her şeyimiz ithal, fındığı bile ithal ediyoruz; o da bir şey mi? İslamcılığı bile Alamanyalardan getirttik. Çünkü İslamcılık Almanya’da doğdu. Nazi Almanya’sı ve Stalin Sovyetleri arasında başlamış bir koca Cihan harbi, karşımıza yepyeni fikirlerle çıktı. Bilindiği gibi Sovyetler, kendisinden önce Çarlığın elde tuttuğu Güney Müslümanlarına cazip gelen bir öneriyle kurulmuştur; halkların özyönetimi önerisiyle. Özbekler, Tatarlar, Çerkezler, Kazaklar, Kırgızlar… Hepsi, kendi toprakları üzerinde bir özyönetimin kendileri için ideal olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Ekim Devrimi'ne ya katılmışlar, ya da destek olmuşlardır. Ne yazık ki Lenin’in, devrimin en büyük destekçisi olan Ukraynalı Makhnoculara tanımadığı, tanımadığı gibi de katliamlarla bastırdığı özyönetim hakkını Güney Müslümanları da alamamış; kurdukları halk meclisleri kapatılmış, vekilleri öldürülmüş, sürülmüştür. Stalin’in devletleştirme politikaları bu insanları mülksüzleştirmiş, kapattığı serbest pazarlar bu insanları dünyadan koparmıştır. Devamında gelen ateistleştirme programı ise tuza biber ekmiş, ibadethaneleri kapatılan bu insanların en temel din özgürlükleri dahi ellerinden alınmış, cenaze merasimlerine katılmak dahi insanların fişlenmesi, partiden uzaklaştırılması ve hatta hapsedilmesi için yeterli sebep görülmüştür.

Her şeyin üzerine patlayan bu cihan harbinde Güney Müslümanlarının Sovyetlerin yanında savaşmaları için nasıl bir sebep kalıyordu? Vagonlarda birer hayvan gibi taşınan, Rus askerlerinin yanında ikinci sınıf muamele gören, cepheye resmen ölüme gönderilen bu insanlar ne için savaşacaklardı? Nitekim savaşmadılar da. Almanlara patır patır teslim oldular. Almanların sağladığı şartlar ise Sovyetlerinkinden beterdi. Fakat bir süre sonra Nazilerde bir ampul yanıverdi. Güney Müslümanları, Rus esirler gibi değillerdi. Savaşmıyorlardı bile. Bu onların savaşı değildi, dahası; Sovyetlere bakışları da pek sıcak değildi. Bir anda bu esirlere uygulanan muamele (ki katliamdı) değişti, esirhanelerde güzel yemekler pişmeye, tatlı sözler edilmeye başlandı.

Bu sırada Türkiye’ye bir dönmek gerekiyor. İnönü hükümetinin bulunduğu yıllar. Hükümet bu savaşa girmemek için götünü yırtsa da halk ve bürokratlar arasında farklı fikirler oldukça yaygın. Sovyetlerin yanında savaşılması gerektiğini söyleyen sosyalistlere karşı Almanların yanında savaşmak gerektiğini söyleyen Turancılar… Herkesin bir sebebi var, bu noktada hükümetin de boyuna Turancıları gazladığını söylemek gerekli. Zira inönü hükümeti, İttihatçılardan kalma Turancı fikri hala sürdürmekte. Malum, bu bahsettiğim Güney Müslümanlarının yaşadığı topraklar, Turan denilen toprakların büyük bir kısmını içine almakta. On yıllar sonra Özal döneminde kurtlu bisküvi göndererek iyi ilişkiler kurmaya çalışacağımız bu topraklar da Sovyetlerin kontrolü altında. Herkes kendi devletinin sömürgeci olmadığı zanneder, bu dönemin havasını solumak belki bizi bu yanılgıdan kurtarabilir. Lafı çok uzatmayacağım, Türkiye her ne kadar bu savaşta tarafsız görünse de Almanya’dan yana bir tavır almıştır. Almanya’dan bolca silah almış, Almanya’ya bolca malzeme göndermiş ve ırkçı Alman ideolojisinden çokça nemalanmıştır. Türkiye’den Almanya’ya giden generaller, bürokratlar, imamlar, fikir adamları olmuştur. Bunları ne yaptılar? İşte hikâyenin bu kısmında tekrar esirhanelere dönüyoruz.

Nazi Müslümanlar. Wolfenstein oyunundaki Nazi Zombiler gibi durabilirler. Ama onlar gerçekti. Naziler için savaşan Müslüman savaş esirleri. Hem de canla başla savaşan, Nazilerin zaferinin kendi topraklarının bağımsızlığına giden bir yol gibi görerek. Türkiye’den gelen o insanlar işte bu Müslüman Nazi taburlarının fikir mimarı haline geldiler. İslam hakkında ortalama bir Türkiye Müslümanından daha fazlasını bilmeyen, esasında gayet seküler bir hayat tarzına sahip, hatta votka aşığı bu Müslümanlar; diyanet imamlarından din dersleri almaya başladılar. Yahudileri ehl-i kitap (onlara da kitap verildi) gören İslam’ın bir anda katı bir anti-semitizm’e (Yahudi düşmanlığı) dönüşümünde bu zamanlar bir mihenk taşıdır. 

Bugünümüzün Hitler sempatizanı Müslümanlarının (evet çok var bu arkadaşlardan) argümanlarına bakmanız bile kafanızda çok şey canlandıracaktır. Hitler’in İslam’ı öven, yücelten konuşmaları, sözleri paylaşılır sürekli. Türkleri ve genel anlamda Kafkasları üstün ırklardan gördüğü anlatılır. Post yapısalcılığın ikinci dersine geri dönelim, kabile tarihi demiştik değil mi? Bu basit politik gerçekliklerden kendine şeref çıkartan insanlara siz de acımaya başladınız mı?

Son dakikaya kadar tarafsız kalan Türkiye, savaşı Nazilerin kaybedeceği belli olunca Almanya’ya karşı savaşa girer. “Biz İkinci Dünya Savaşı’na katılmadık” diyenler bundan pek bahsetmezler tabi. Berlin işgal altındadır. Bu şehir yerle bir edilmiştir. Kötüler kaybetmiş, iyiler kazanmış, savaş bitmiştir. Ya da biz öyle zannederiz; hâlbuki asıl savaş şimdi başlamaktadır. Sovyetler, Nazilere karşı ittifak ettiği kapitalist devletlere duyduğu kini Berlin’e yatırır. Berlin ikiye ayrılır. Sovyetlerin ilk istediği, kendine ihanet etmiş bu savaş esirlerinin kendisine geri verilmesidir. Teslim edilen ilk partilerin çoğu anında kurşuna dizilir, kalanlar ise Sibirya’ya sürgün edilir. Sibirya, Sovyetlerin toplama kamplarıdır. Oraya sürüldüyseniz donarak ölme fikrine alışmanız gerekmektedir, oradan geri dönüş pek nadirdir. Başlarına ne geleceğini anlayan Müslüman esirlerin bir kısmı Batı Berlin’de kalırlar, bir kısmı “kardeş ülke” deyip Türkiye’ye gelirler; bir kısmı da Batıdaki muhtelif ülkelere. Ha bu arada, “kardeş ülke” Türkiye, Stalin’in “höt” demesiyle esirleri Sovyetlere teslim etmiş, bu teslimat sırasında canını kurtarmak için İstanbul denizine atlayanları bile “aman Stalin kızmasın” korkusuyla arayıp bulmuş; Sovyetler de esirleri teslim aldığı an infaz etmiş ve bu olay ülke çapında büyük bir infiale sebep olmuş, olay mecliste gündeme getirilmiştir. Almanya’nın güçlü olduğu dönemlerde ülkesindeki Turancı gençlere gaz veren Türkiye, Almanya’nın kaybedeceği kesinleşince gösterileri yasaklatmış, protesto eden Turancılara büyük bir polis şiddeti göstermiş, “ırkçılık Turancılık” davalarıyla çoğunu hapse ve işkenceye göndermiştir. Hukukun nasıl işlediğini anlamak açısından mühim şeyler bunlar.

Almanya’nın Sovyet Karşıtlığı bayrağını yerden alan ülke Amerika olacaktır. Nazi Müslümanlar da yavaş yavaş CIA Müslümanlarına dönüşecektir. Amerika-İslamcı birlikteliğinin nişanı bu zamanlar yapılmıştır işte. Sovyetlere karşı Güney Müslümanlarını tavlamaya çalışan Amerika, bu ülkelerdeki İslamcı örgütleri hem iktisadî hem de askerî açıdan desteklemiş, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler (bu örgütün bugün ismi çok duyuluyor, Münih’te camileri bile vardı o yıllarda, hala duruyor) gibi örgütlerin büyümesini sağlamış ve en sonunda tekrardan kendi başına belayı almıştır. (Tekrardan derken, Fransa’ya karşı Vietnamlıları tavlamak için Viet-Kong’a destek sağlayan Amerika’nın Vietnam savaşında bizzat Viet-kong tarafından eline verilmesinden sonra tekrardan.)

Nitekim bu örgütler gün geçtikçe radikalleşmiş, gün geçtikçe siyasal erklere ulaşmış ve kontrolden çıkmışlardır.

Almanya iki blok halinde tekrar yapılanmaya başladığında, kapitalist blok büyük bir işgücüne ihtiyaç duyuyordu. Bu işgücü çoğunlukla Müslüman ülkelerden sağlanacaktı. En çok da Türkiye’den insanlar gidecekti. Hepimizin hayatında bulunan o “Almanya’da çalışmış” akrabaların göç ettiği yıllar bu yıllardı. Bunlar çoğunlukla köylüydüler. Burası önemli. Çünkü Batı Berlin’de çalınan İslamcılık mayası Almanya’da değil, bu köylüler sayesinde Anadolu ve Ortadoğu taşralarında tutacaktı. Nihayet 60’larda Türkiye’de başlayan “köyden kente göç” akımıyla beraber Anadolu taşralarından çıkıp kentlere yayılacaktı. İslamcılığın taşrada ve taşradan yayılmasının İslamcılığın köy kültürü için biçilmiş kaftan olmasıyla yakından alakası var.

Her şeyden önce İslamcılığın entelektüel bir altyapısı yok. İslamcı olmak için kütüphaneler dolusu kitap okumanız gerekmiyor, Kuran bile okumasanız olur; Müslüman Kardeşlerin fikir adamlarının (Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudî, Afganî) en çok eleştirilen yönlerinden biri düpedüz zır cahil olmalarıdır. Sovyetler Birliği ile başladıkları öfke dünyalarına Ortadoğu Monarşileri ile devam eden ve Amerika ile (ki her şey Seyid Kutub’un Amerika’ya gidip, Freud’un zamanında “devasa bir hata” olarak tanımladığı bu ülkeyi “devasa bir kıyamet alameti” olarak yorumlamasıyla başlar) tamamına erdiren bu örgüt, gerçekçilikten o kadar uzaktır ki o kadar olur. Bu ve benzeri örgütlerin savunduğu selefî içtihadı ise tüm İslam âleminin yüz karasıdır denilebilir. Bu noktada, köy enstitülerinin kapatılmasıyla sistematik olarak eğitimsizliğe itilmiş köylünün hoşuna gitmiştir bu fikir.

Teorik değil pratiktirler. Ne yapılması gerekiyorsa o yapılır. Hastalık mı var? Hastane açılır. Doktor, teçhizat mühim değil; bulunur. Eğitim yok mu? Okul açılır. Öğretmen, sıra; bulunur. Yol mu yok? Yapılır. Çökmüş, çökmemiş, mühim değil. Bu insanlar balık tutmayı öğretmez, balık verir; en sevdikleri kelime “hizmet”tir. Çağrışmadıysanız bu paragrafı bir daha okuyun.

Köylü için oğlan kızdan mühimdir, oğlan tarlanın çalışanı ve halefidir (bir sonraki sahibi.) Fakat kız kısa vadede bir getiriye sahip değildir, acilden satılıp elden çıkarılmalıdır; üstüne halef olursa tarla ailede kalmaz, damat vasıtasıyla başka aileye geçer.

Köylü dışa kapalıdır. Kendi yağında kavrulur. Yapı itibariyle muhafazakârdır. Bu haliyle İslamcılık, köylü için hoş bir gömlek olabilir. Kazın öbür ayağında ise köyden kente geçen köylü vardır.

Biat kültürü, ulu-l emr’e itaat ise bu fikrin köyde mayalanmasına politik bir gerekçe hazırlamıştır. Bu sayede fikri köylüden çok ağa sevmiştir.

Bu topraklarda çok travmalar yaşanmıştır, orası kesin. Bence bu travmaların en büyüğü köyden kente göçtür. Her şeyimize yansımıştır bu travma, edebiyatımıza da sanatımıza da kültürümüze de. Köylü kente, bir kentli olmak için gitmemiştir. Köyün zor şartlarında mücadele etmiş bu insan, mücadelesini tarlasında değil fabrikasında sürdürürken, yeni şartlara karşı diş bilemiştir artık. “Ey İstanbul, sen mi büyüksün ben mi?” diye Haydarpaşa’ya çıkan köylü, İstanbul’u yenmeye ant içmiştir. Coğrafya değişse de şartlar değişmemiştir çünkü kır proleteri kent proleterine dönüşmüştür o kadar. Şehre nüfuz etmemiştir köylü, şehirde köyünü kurmuştur. Belediyenin verdiği resmi tapuları gecekondulara, kuş uçmaz kervan geçmez arazileri mahallelere çevirmiştir. 

Bugün bir milyon nüfusu olan Ümraniye’de dün az sayıda Bulgar göçmeni oturuyordu mesela.

Küçükçekmece’nin çoğu böyledir. Zeytinburnu, Kâğıthane, İkitelli, Bayrampaşa, Davut Paşa, Gaziosmanpaşa diye gidersiniz. Mahallelerin isimleri hep Anadolu şehirlerinden alınmadır. Amerika’daki New England misali. Şu mahallede Erzurumlular yaşar, şurada Rizeliler, şurada Yozgatlılar. Bütünlük yoktur. Köy kültürünün tek sesliliğini her yerinizde hissedersiniz.

Kadıköy’ün her yeri farklıdır mesela. Yel değirmeni farklıdır, Bahariye farklıdır, Moda farklıdır, Rıhtım farklıdır. Ama Esenler’de her yer aynıdır. Mahalle ardına mahalle geçersiniz, yıkık dökük evler hep aynıdır. Duvarlar, kaldırımlar, hep her şey aynıdır. Buralar de şehirdir, ama şehirleşmemiştir, köy kültürü hâkimdir buralara. Anadolu’nun herhangi bir kasabası gibidir. Giyinişlerinden bakışlarına, yürüyüşlerinden konuşmalarına kadar aynıdır. İstanbul’un “isyankâr köyleri”nde bile görürsünüz bu tek-tipliliği. Mahalle, köy yaşantısının bir uzantısıdır.

Köy insanı, şehre cihat etmektedir. Challange (meydan okuma) kavramının tam karşılığıdır cihat; şehre ve şehre ait tüm değerlere karşı cihat. Şehirli sanat ucube, şehirli bilgi ukala, şehirli kadın orospu, şehirli erkek gavat, şehirli yaşam ahlaksızlık, şehirli eylem terördür. Her noktada görebilirsiniz bu cihadı, her eylemde bulunur; tacizin ve tecavüzün dahi alt metninde yatan fikir cihattır.

Bir İstanbul seçim haritası alın, Üsküdar ve Beyoğlu birer istisnadır. Sarı bölgelerin (AKP) çoğu Anadolu kasabasıdır, kırmızı yerlerse (CHP) şehirdir. O kadar ki Sarı bölgede yaşayanlar, hafta sonlarını Kırmızı bölgede değerlendirirler; “şehir turu” gibisinden. Kırmızı bölgedekiler ise Sarı bölgelere girmezler pek, buralarda hoş karşılanmayacaklarını bilirler, izoledir buralar.

Şimdi kalkıp bu insanların Gezi eylemcilerine kaldırım taşı söktükleri, belediye otobüsü yaktıkları, polis taşladıkları için tepki gösterdiklerini söylerseniz buna kendiniz de inanır mısınız? Kentlileşememiş kentlilerin hazmedemediği şey “şu” eylem ya da “bu” eylem değildir, bizzat eylem fikrinin kendisidir. Çünkü eylem, protesto, sivil toplumlaşma, sendikalaşma; bunlar demokrasi kültürüne aittirler ve demokrasi kültürü, kent kültürünün bir parçasıdır. Köy kültürü tek seslidir; buna bir de İslamcı itaatkârlığı eklerseniz maalesef tadından yenmeyecektir.

31 Mart 2013 Pazar

Amnezi İyi Bir Başlık Olabilir



Colorado ve Washington eyaletleri esrarı oyladı. Geçen sene Kasım’ın sekizinde bu iki eyalette esrar legal ilan edildi, esrarın kullanımı ve satımı artık yasal. Toplamda yirmi üç eyalette esrar dekriminalize, yani satışı olmasa da kullanımı suç kapsamından çıkarıldı. Bu değişimi gösteren ilk ülke elbette Amerika değil. Belçika ve Hollanda listenin devamını oluşturan ülkelerden birkaçı. Haberler mutluluk verici. Öte yandan tuhaf.

Esrar bulundurmak ve kullanmak şimdiye değin bir suçtu. Uyuşturucu karşıtı savaşlar (war on drugs) Amerikan gençliğini kırıp geçirdi. Uyuşturucu testlerinden geçebilmek için bu gençler esrarı bırakıp ölümcül ama kanda iz bırakmayan “legal high” (keyif verici) uyuşturucu arayışına giriştiler. 2012’deki Bath Salts faciasını bilmiyorum hiç duydunuz mu? Bath Salts, kimyasal adıyla “Methylenedioxypyrovalerone.” Tamam tamam, kimyasal adından pek bir şey anlaşılmıyor ama sentetik kenevir (cannabinoid) denilen yasal uyuşturucu çılgınlığının son trendiydi.  Bu trend spice ile başladı. Üzerinde spice yazan ufak paketler kenarda köşede bong satan amcaların el altından sattıkları uyuşturuculardı. Hiçbir şekilde kan testinde çıkmıyorlardı, yani kullandıktan sonra bir uyuşturucu testine girdiğinizde testi geçebiliyordunuz. Amerikalı gençler arasında bu hızla yayıldı. Federaller durumu ayıkınca yasakladılar, fakat üreticiler sentezi biraz değiştirip başka bir isimle başka bir legal uyuşturucu çıkardı. O da yasaklandı, başka sentezlendi, o yasaklandı başka sentezlendi, böyle gitti. Bunlara “designer drugs” (özel üretim) deniliyor, yani adı üzerinde, A diye çıkarırsın, yasaklarlar, formülünde biraz oynar B diye çıkarırsın.

Hatırlayan hatırlar, İstanbul’da bir ara, 2009-2010 yılında piyasada esrar kalmamıştı. Torbacıya gidiyordun “abi sigara yok ama şöyle bi şey çıktı” diye bi fişek tutuşturuyodu eline. Yok Bonzai yok Jamaican Gold yok Extreme yok Supreme bilmem ne. İstanbul Polisi esrara savaş açınca bunlar türedi. İşte bunlar Türkiye’ye gelene kadar Amerika’da çoktan çıkmış, el altından dağıtılmış, sofrası kurulmuş kaldırılmıştı bile. O designer drugs geleneğinin yan ürünlerinden sadece birkaçıydı bunlar.

Bath Salts
Sonra THC çıktı, JWH çıktı, C-2, AM 2201 bilmemne bilmemkaç bir sürü tuhaf tuhaf şeyler.  Sentetik sentetik kenevirler. Neyse konudan uzaklaşmayayım, Bath Salts bunların sonuncusuydu. Diğer sentetik kenevirlerden farklı olarak burundan çekiliyordu. Fakat bildiğimiz kırk yıllık esrar gibi değil tabi, binbir türlü yan etkisi var. Sinir, stres, gerginlik, uykusuzluk, delirme hissi, halisünasyonlar ve günlerce süren cinnet hali.

Allahım neler neler, adamın teki köprü altında yatan evsizin yüzünü yedi ya! Baya bildiğin yüzünü yedi! Buna benzer iki üç yamyamlık vakası daha yaşandı. Komşusunu öldürmeye çalışanlar, sokağın ortasında çığlık ata ata kriz geçirenler, polisi arayıp iki lafı bir araya getiremeden sadece bağırıp çağıranlar… İlk başta sokaklarda çırılçıplak panik içinde koşturan gençler söküldüler, “abi böyle böyle bi bok yedik ama yasal bak” diye. Kendilerine gelmeleri çok uzun zaman aldı tabi. 

Jamaican Gold
Bu ekstrem bir örnek belki de, mesela Bonzai, bilen bilir Türkiye’de çok yiğidi devirdi bu bok. Müptezellere sorun illa vardır “bonzaiyi kova attı çavo kalbi dayanmadı” diye anlatacağı arkadaşları. Ha, öldü diyorum, öldü insanlar, bildiğin öldü. Esrar tarihinde bir kişi yok esrardan ölen, bu ara ara yasal kalmayı başaran maddelerden ölmüş olan bir dolu insan var.

Bir kişi de çıkıp sormadı anam manyak mı bu insanlar niye her buldukları boku içiyorlar adam gibi sarsınlar bir üçlü de bayılsınlar diye ya. Yok dejenere gençlik, işte batının oyunları. Ulan sen Jamaican diyince “Afrika’da mı o?” derken o bok attığın batıda gençler patır patır gidiyolardı Jamaican Gold’dan, kim kime nası oyun oynuyor? Böyle oyun mu olur? 1930’larda tüm dünya eroinden kurtulmak için ne yapacağını şaşırmışken Batı mı açtı İstanbul’un göbeğine üç tane dev gibi eroin fabrikasını? Asıl oyunu senin dedelerin oynadı sen daha hala kendini masum san! Neyse, bu ayrı bir mesele, konumdan harbiden iyi uzaklaştım, üslubun da amına koyduk. Amerika diyorduk değil mi?

Şimdi bu legal high’lar ile ölen gençler, çıldıran gençler bir yana, daha kötüsü o uyuşturucu testlerini geçemeyen gençler vardı. Hapse atılan gençler, rehabilitasyona alınan gençler, aileleri tarafından dışlanan gençler, toplum tarafından dışlanan gençler. Sadece gençler mi? Amerika esrarla öyle az buz mücadele etmedi. Şimdi tabi Türkiye’de de suç bunu yetiştirmek, içmek falan, gerçi başbakanın yeğeni yanında elli kilo esrarla yakalanınca yırtabiliyor ama normal halk için suç en azından. Orada da suç burada da suç, ama işin ideolojik boyutu harbiden de öyle değil. Adamlar “şeytanın marulu” temalı propoganda filmi yaptılar. Reefer Madness, 1936 yapımı bir esrar karşıtı film. Bir şey demeyeceğim, bir izleyin sadece. O yıllardan bu yıllara birçok film, birçok kitap “esrarı övdüğü” için yasaklandı. Amerika bununla mücadele etmek için o kadar para harcadı ki bir ara eğitim ve sağlık için ayırdığı bütçeden daha fazla bütçe ayırmak zorunda kaldı. Amerika yasaklamak için ne kadar para harcadıysa uyuşturucu kartelleri de o kadar para kazandı. Ne kadar risk o kadar kazanç sonuçta, bokuna serpsen üç aya sömek veren bitkinin beş gramını keyfine yetmiş dolara satmıyorlardı bu adamlar da. Bir zamanlar barışın ve aşkın sembolü olan kenevir, ellerinde kalaşnikoflarla dikenli teller ardında bekleyen gangsterlerin mor ışıklar altında seralarda yetiştirdiği bir silaha böyle böyle dönüşüverdi.

Reefer Madness (1936)
Şaka etmiyorum ya, bildiğimiz kırk yıllık esrar “en tehlikeli maddeler” sırasında metamfetaminin önündeydi abiler! Ak sakallı bilim insanları onlaylıyordu bu listeyi. Tıpçılar makaleler yazıyorlardı. Psikozdan, şizofreniden, amneziden bahsediyorlardı. Esrar içen insanların “komünist” olarak yaftalandığı bir dönem bile geldi geçti.

Şimdi konum ne esrar ne de Amerika’nın esrarla imtihanı. Tek bir sorudan aldım yürüdüm. Artık esrar yirmi üç eyalette dekriminalize. Bunların çoğunda esrar tıbbi bir kulanım sahasına sahip. Gidip eczaneden alabiliyorsunuz. Dün metamfetaminden tehlikeli ilan edilen bu madde bir anda ilaç oldu. Bilim ve tıp camiası da bir anda söylem değiştirdi. Justin Bieber’ın esrar içerken çekilmiş fotoğrafları çıktı. E noldu şimdi? Dün gerçek olan şey bir anda nasıl yalan oldu? Hadi bir hatadır yapılmış, zararın neresinden dönsek kâr; uyuşturucu testlerinden geçebilmek için saçma sapan maddelere yönelip ölen gençler, uyuşturucu testlerinden geçemeyip tüm toplumca izole edilen ve hayatları ellerinden alınan gençler, hapse giren insanlar, uyuşturucu baronlarının katlettiği insanlar, para cezasına çarptırılan insanlar… Bunlara ne olacak? Bunların hesabını kim verecek? Esrarla mücadele için harcanan onca para, onca vakit, onca insan; bunlar hasır altı mı edilecek? Bu vicdansızlık değil mi?

Tüm bu olanlar yaşanırken, sen okuyucum. Amerika’yı bir kenara bırak, biraz da seninle konuşalım. Senin bu devletin var ya, her gün her yerde aramalar yaptırıyor polisine. Üzerinde üç gram esrar bulduğunu mahkemeye sevk ediyor. Altı ay rehabilitasyon kararı verdiriyor, gözetime alıyor. Bir daha yakalarsa hapse alıyor. AMATEM’lerde süründürüyor insanları. Şu an bunu yazmam bile yasalara karşı biliyor musun? Esrarı yetiştirmeyi, alıp satmayı, içmeyi, üzerinde bulundurmayı geç, ona getirilen yasakları sadece bir yazıyla ya da bir sözle eleştirmek bile yasak bu ülkede. Onur Yaser Can’ı duydun mu hiç? Yeni mezun bir mimardı. Üzerinde birazcık esrar bulundu diye sorguya aldılar Ankara’da. Polis işkencesinden geçti. İşkenceyi onaylıyor musun? Eminim ki onaylamayacak kadar insansındır, hatta onaylayabilecek insanların varolmadığını düşünüyorsundur. Senin ve benim aynı havayı paylaştığımız halk var ya, çoğunlukla onaylıyor bunu. Polis işkence edebilir diyor gerekli durumlarda. Onur Yaser Can’ı iki kez sorguya çağırdılar, ikisinde de işkence ettiler.  Üçüncü defa çağrıldığında gitmedi. Gitmeyi reddetti. Evinin balkonundan atladı. İntihar etti. İyi mi oldu sence? Çok mu tuhaf bir soru sordum? Bu soruma evet diyecek çok insan var burada, biliyor musun?

Tütünün keşfedilmediği zamanlarda nargile içen Osmanlılar
Bu iş Amerikayla Hollandayla Belçikayla kalmaz tabi. Dünya küçük, yarın ora bugün bura. Yarın öbür gün Türkiye’de esrar legal olsa mesela, bugün esrarın yasadışı olmasına sevinenler yarın yasal olmasına sevinecek, adım gibi eminim. O zamanki iktidar getirdikleri bu mükemmel yeniliğin propogandasını gör nasıl yapacak. Tarihte gizli kalmış neler neler çıkacak meydana. Kuran’da alkol yasak hani esrar nerede diyecekler. Osmanlı kahvehanelerinde tebaa, saraylarında padişah nargilesini tüttürürken Eski Dünya’da tütünün ne olduğunu bilen kimse yoktu, ne tüttürdü bunca yıl bu insanlar diyecekler. Hacı Bektaş’ın ve birçok ünlü evliyanın türbesinde sergilenen “tütün içme aparatları” ne işe yarıyordu diyecekler. Zsa zsa Ghabor Atamızın yanına geldiğinde neyin kokusunu almıştı diyecekler.  “Daha afyonum patlamadı” deyimi nereden çıktı, “assassinate” kelimesi İngilizce’ye nasıl geçti; neden Avrupalılar ne zaman bir doğu turu yapsa, Haçlı seferi olsun Fransa’nın Mısır’ı işgali olsun, bir anda tüm Avrupa entelektüel camiası müptezel olmuş diyecekler, Fuzuli “beng-ü bade” derken neyi kastetti, Sufiler “şarabı bırak, Haydar’ın kadehine uzan” derken neyi ima etti diyecekler. Allah uzun ömür versin İlber hoca çıkacak, tarihin bilmem neresi diye bir programda her dediğinde “evethh evethh” diyen birini alacak karşısına, sanki yüz yıldır aynı şeyi söylüyormuşçasına bunları anlatacak sana, sen de ağzın açık bakacaksın, “esrar bizim kültürümüz” diyeceksin, “batı hep alkolü dayattı bize, hep batının oyunuydu bunlar” diyeceksin. Anlatacaksın arkadaşlarına. Kültürüne sahip çıkacaksın.

Çok mu tuhafına gitti? Dün radyo’ya “bunun içinde cinler var onlar konuşuyor, şeytan icadı bu” diyen adamın müritleri bugün televizyon kanalları kurdular, bir allahın kulunun tuhafına gittiğini görmedim. “Sizi leylekler getirdi” hikayesini hatılıyor musun? Dünün çocukları ona inanırlardı, bugünün çocukları üç boyutlu porno izliyorlar, hiç bir tuhaflık dikkatini çekmedi di mi?

Şimdi devlet yetkililerine sorsan, veya çok uluslu sermaye babalarına, veya inandığın tanrıya, diyecek ki “o dönemin koşulları onu gerektirdi, biz de onu yaptık.” Hep açıklama da aynıdır ha, o dönem öyleydi. Bir iktidar da tarihe düşmemiştir ki desin “beyler bakın bunu yapıyorum ama bu dönem böyle gerekiyor, ilerde bir gün bunu değiştireceğim ama siz bir süre ses çıkarmayın.” Aksine değişim olduğu an söylenen tek şey bunun hayattaki en sahih hakikat olduğudur. Darbe olur, “gerektiğinde ordu yönetime el koyabilir” denilir herkes kabullenir. Aradan yirmi yıl geçer “biz demokrasiden yanayız ama o dönem onu gerektirdi” denilir herkes kabullenmeye devam eder. Bir on sene daha geçer, “darbe demokrasinin düşmanıdır, hiçbir zaman yapılmamalı” denilir, halk denilen bu insancıklara her bok dayatılır, yine de beyni sikilmez bu insanların.

Birkaç yıl ard arda anket yapılmış, Boğaziçi Üniversitesi desteğiyle. Muhafazakârlık anketi. Sizce en çok hangisini muhafaza etmeliyiz diye sormuşlar. Şimdi ben anlatınca biraz komik oluyor ama insanlar cevaplamış. Sizce hangisini muhafaza edelim demişler, özgürlük mü eşitlik mi dayanışma mı? Sence hangisini muhafaza etmeliyiz? Özgürlük değil mi? 2006’da eşitlik birinciymiş, 2012’de birinciliği özgürlük almış. Ha eşcinsel evlliliğe, polis işkencesine ya da medya sansürüne yönelik fikirlerde çok bir oynama yok ama radikal bir şekilde özgürlüğe oy vermiş insancıklar. Kürtler özgürleşsin, Suriye özgürleşsin, türban özgürleşsin, yargı özgürleşsin diye diye insanların aklına kazınmış tabi gel zaman git zaman demek ki.

Abiniz fame
İnsanlar sanıyorlar ki iktidarlar taleplerini karşılıyor. Kimse “acaba iktidar bizim taleplerimizi değiştirip aslında kendi çıkarlarını karşılıyor olmasın?” diye sormuyor. Aslında kimse soru sormuyor. Sonra karizmatik bir lider çıkıyor, verilmiş ama kazanılamamış bir mücadelenin kültürünü üstlenip herkesi sevince boğuyor. İlerledik oluyor sonra. Dün aksini savunan bir anda bu sevince dahil oluyor. Dediğim gibi, ilerledik oluyor. Eski ahit ne diyordu, fahişelik yapanı recmedin demiyor muydu? İsa çıktı ondan sonra, “hanginiz günahsızsa ilk taşı o atsın” dedi. Karizmaya bak hele, e tanrı aynı tanrı? Bin sene fahişeleri taşlattırdı, bir anda fikir değiştirdi, dün taş atan adam bir anda taş atanları vahşilikle suçlamaya başladı. Sonra Muhammet geldi, ı-ıh bu böyle olmayacak taşlayalım yine dedi, o tanrı da aynı tanrı, bu da dikkatini çekmedi değil mi? Amerika’nın başına bir zencinin gelmesi de dikkatini çekmedi, daha dün otobüste beyazlara yer vermek zorundaydı bu adamlar halbuki. Hadi Amerika te anasının fizanında, buraya bakalım bir de. Dün varlığını reddettiğimiz adamlarla bir anda bin senedir kız alıp verdik, etle tırnak olduk, enseye şaplak göte parmak noktasına geldik. Bu da kaçtı dikkatlerden. Dün allahın emriyle yaratılıyorduk bugün allahın izniyle evriliyoruz mesela, dün millettik bugün halkız. İtiraf et, düne kadar Suriye ile komşu olduğumuzu bile bilmiyordun değil mi, lise coğrafya dersinde ezberlediğin ama sonra unuttuğun gereksiz bir bilgiydi bu? Mavi Marmara’yı bir yerlerden hatırlıyordun ama tam çıkaramıyordun. 

Terminoloji değişiyor, ideoloji değişiyor, söylemler değişiyor; hepsini bir kenara bırak “gerçeklik” değişiyor. Gerçeklik birileri tarafından sürekli yeniden ve yeniden yaratılıyor. Sorunlarımız yeniden yaratılıyor. Çözümlerimiz yeniden yaratılıyor. İktidar gerçekliği sürekli, aşağı yukarı, sağdan sola, soldan sağa, evire çevire bir güzel örgütleyip duruyor. Tüm bunların ortasında her gün aynı aynaya bakan bizler değişmediğimizi sanıyoruz. Her şey değiştirilirken bir kendimizin değiştirilemediğini sanıyoruz. En son geçen sene kitap okuduk halbuki, okumadan ne öğrendik de revizyona gittik orayı da ben anlamadım. 

27 Ağustos 2011 Cumartesi

İnanmak ve Görmek

Derindeki Kadınlar; Deniz Kızlarının Kısa Hikayesi

Dr. Anthony Piccolo (Manhattanville College fakültesi)

Yolculuğun gerginliği altında denizciler, yıllardan beri okyanuslarda en derin arzu ve korkularının somutlaşmasına şahit olmuşlardır. İlk haritalarda, baş döndürücü deniz kızlarının figürleri, blinmeyen denizlerin kaşiflerini bekleyen iğrenç canavarlarla ve korkunç hayvanlarla beraber yer tutar. Erkekleri ölümlerine çeken bu kadının deniz tarihi yıllıklarında oldukça zengin bir yeri vardır. Peki bu efsane nerede ve nasıl başladı? Ve nasıl ve neden sürmektedir günümüz zamanında?

Kolomb, Amerika’ya ilk seferinde üç deniz kızı gördüğünü söyler. 4 Ocak 1493’te, Purchas’a göre amiral, seyir defterine “denizden yükselen ama anlatıldığı kadar güzel olmayan” dişi figürleri gözlemlediğini yazmıştır. Bu yaratıklar büyük ihtimalle yunus balıkları ya da deniz ayılarıydılar, ama Kolomb da zamanının diğer denizcileri gibi her paralelde yeni mucizeler görmeye hazırdı. Aklı, Avrupa’nın bilinen kıyılarının çok ötelerindeki görülmemiş bölgeler hakkındaki Ortaçağ tasvirleri, fablları, gezgin anlatıları ve astrolojik kehanetleri ile şartlanmıştı.

Tarihçi Archiniegas, Kolomb’un başucu kitabının, Kardinal Pierre D’Ailly’nin Imago Mundi’si olduğuna dikkat çeker; bu kitap, on beşinci yüzyılın başlarında bir “yeni çağ” düşünürü tarafından kaleme alınmış, bilinmeyen dünyanın akıl almaz bir açıklamasıdır. Eğer D’Ailly’nin iddia ettiği gibi, “öte yarımküre”nin toprakları devler, cüceler, köpek suratlı köleler ve Amazonlar tarafından mesken edilmiş olsaydı, bu toprakların etrafındaki denizler de büyük ihtimalle böyle yarı kadın-yarı balık, baştan çıkarıcı yaratıklarla dolu olurdu.

Kardinal D’Ailly’nin kitabı ve Mandeville’in yayınlanmış olan fantastik hikayeleri, “Rahip John”, Marko Polo ve diğerleri, okuyabilen imtiyazlı kaşifler arasında, ilk deniz kızı sanrıları için yaratıcılığı teşvik ediyordu. Ama okuma yazma bilmeyen denizcilerin büyük çoğunluğu için yalnızca, Avrupa limanlarında dönen batıl inançlar ve vahşi dedikodular vardı. Eski deniz yolculuklarının şiddetli fiziksel ve duygusal yoksunluğu da bunlara eklenince, bazı seyir defterlerinin de onayladığı gibi denizcilerin fantezileri ve engellenemez halüsinasyonları koyalca tetikleniyordu.

Milattan sonraki ilk yüzyıla kadar gidersek, Büyük Plinty, vücutları “kaba ve bütünüyle pullu” olan deniz kızlarının ve “deniz perileri”nin varlığına ikna olmuş birisiydi. Ancak asıl resim, yaratığın klasik formu ile, Physiologus’un etkileyici beşinci yüzyıl Bestiary’sinde (hayvanlarla ilgili hikayeler içeren kitap) ortaya konuldu. Hayvanlar ve onların doğaları hakkında olan bu inceleme 1724’e kadar tüm dünyada birçok tercümesiyle beraber basıldı ve yayımlandı. Physiolohus’a göre bir deniz kızı, “göbeğinin üstü bir bakire, göbeğinin altı ise bir balık olarak mükemmel şekillendirilmiş bir deniz yaratığıdır ve bu yaratık fırtınada memnun ve neşeli, açık havada ise üzgün ve ciddidir.” Doğasının garip karşıtlığı daha sonra Hıristiyan yazarlarca, bilhassa rahiplerce geliştirilip detaylandırılacak bir karanlık yan sunmaktadır.

On üçüncü yüzyılın ortalarına varıldığında deniz kızları, Hıristiyan rahiplerinin ve katiplerin vakayinamelerinde ve teolojik ansiklopedilerinde, hem fiziksel hem de ruhsal anlamda bütünüyle tanımlanmışlardı. Bu eserlerden biri olan Bartholomew Angelicus’un De Propietatibus Rerum’u, deniz kızını ölümcül cazibeli bir kadın haline getirdi. Deniz kızları denizcileri tatlı müzikleriyle baştan çıkarıyorlardı. “Fakat işin aslı onlar sağlam fahişelerdir” diyordu, “erkekleri zavallılığa ve zarara sürüklerler.” Tipik olarak bir deniz kızı, tayfayı uyuşturup uykuya daldırır, bir denizci kaçırır ve onunla sevişmek için onu “kuru bir yer”e sürükler. Eğer denizci reddederse, “o zaman onu katleder ve etini yer.

(Nuh'un Gemisinin yanındaki deniz kızı,Nuremberg İncilinden bir tasvir, 1483)

Rahiplerin, deniz kızlarının sadece ahlaki görünüşleriyle değil aynı zamanda meşhur sanrıları, tevilleri ve en nihayetinde onları Hıristiyanlaştırma çalışmalarıyla da uğraşmaları çok şaşırtıcı değildir. Deniz kızlarının ruhlarını refaha erdirme meselesi Orta Çağ'da ve sonrasında bir tartışma meselesi haline geldi ve bazı dini takvimlere göre altıncı yüzyılın başlarında İrlanda’nın kuzeydoğu açıklarında bir deniz kızı yakalandı, vaftiz edildi, eğitildi ve “Aziz Murgen” adını aldı.

Kilise, tabii olarak, halk arasındaki pagan efsanelerine ve inançlarına kendi çıkarlarına uygun bir şekilde yaklaşıp onları uyarlamak konusunda her zaman hızlı davranmıştı. Deniz kızı bir erdem ya da günah simgesi olarak oldukça kullanışlı olabilirdi. Bir Karmelit keşişi olan John Gerbrandus, 1403 yılında Hollanda’da bir “vahşi kadın”ın denizden kırık bir duvara sürüklendiğini ve kuyruğunu civar toprak setlerdeki çamura vururken civardaki sütçüler tarafından bulunduğunu kaydeder. Giysili ve besilidir, perdeli parmaklarıyla yün örmeyi öğrenmiştir. En nihayetinde Haarlem’e götürülür, orada ona “haça tapmak” öğretilir ve deniz kızı on beş sene boyunca sessiz bir takva ile yaşar. Bu hikaye John Swan’in 1635’te basılan Speculum Mundi’sinde de onaylanmıştır.

Din, 1560’ta Ceylon açıklarında balık ağlarına yakalanan yedi deniz kızı için bilimsel soruşturmaya girişir. Bir grup cizvit ve Goa valisinin yardımcısı olan Bosquez adında bir hekim, otopsiler yapıp bulgularını yıllık “Relations of The Society of Jesus”ta yayınlarlar. Deniz kızlarının anatomik ve ruhsal anlamda insanlarla eşdeğer oldukları sonucuna varmışlardır.

Yaratıklar büyük ihtimalle, Amerikan denizayılarının Asyalı akrabaları olan dugonlardı, Yunan gezgin Magasthenes tarafından Hint Okyanusunda dördüncü yüzyılda keşfedilmişlerdi. Ama 1560’a gelindiğinde insanların deniz kızları hakkındaki kültürel fikirleri genel deniz memelileri hakkındaki algılarıyla düzenli olarak karışıyordu.

(Aldrovandi'nin Historia Monstrorum'undaki çizimi, 1599)

Bu entelektüel zirveyle beraber, 1599’da, Bolognalı Ulysses Aldrovandi’nin tuhaf ama görkemli resimlendirilmiş Historia Monstrorum’u (Canavarlar Tarihi) ortaya çıkar. Hayvanlar aleminin bu kapsamlı katalogu, birçok diğer bilinen “canavarlar” arasında deniz kızlarını da sayar ve meşhur çizimlerinden birisinde, Nil deltasında bir sivil sulh hakiminin iki saat boyunca birbirlerine sarılırken gözlemlediğini söylediği bir deniz adamı ve eşi de vardır. Rönesansın önde gelen hayvanbilimcileri arasında, Aldrovandi bilhassa ilginç söylentiler avcısı olarak nam salmıştı. Eseri, bugün bakıldığında, organize olmuş cehaletin grotesk ve öğrenilmiş bir özetidir. Peki ya dönemin meşhur kaşiflerinin bizzat gözleriyle gördükleri bu olaylara ne demeli?

1608’de, İngiliz denizcisi Henry Hudson, Çin’in baharat pazarına giden bir kuzey-doğu yolu bulabilmek için çıktığı ikinci seferinde, Rusya’nın arktik kıyısındaki kutup buzlarının civarlarında dolaşıyordu. 15 Haziran’da Nova Zembla açıklarında Hudson, seyir defterine şu satırları yazdı:

Bu sabah, denize bakan yoldaşlarımızdan birisi bir deniz kızı gördü ve onu görmesi için birkaç yoldaşını çağırdığında bir deniz kızı daha belirdi, o ana kadar gemiye oldukça yakındı, adamlara samimi bir şekilde bakıyordu; bir süre sonra bir dalga gelip onu devirdi. Göbeğinin üstü, sırtı ve memeleri bir kadınınki gibiydi, bedeni bizden birininki kadar büyüktü; derisi oldukça beyazdı ve sırtına dökülen uzun bir saçı vardı, siyah renkte; uzandığında onun bir domuz balığınınkine benzeyen ve uskumru gibi benekli olan kuyruğunu gördüler.

İleri sürülen bu iddia Hudson’ın iddiasına bir parça kesinlik kazandırıyor. Ama bu bir mors olamaz mı? Ya da bir yunus balığı? 1860’larda, deniz kızının yeni bir zoolojik tür olabileceğini ilan eden seçkin Viktoryen biyolog P. H. Gosse’ye göre cevap hayır. Gosse, Hudson’ın soğuk-deniz denizcilerinin yunus balıklarını ve morsları, “henüz tanımlanamamış bir varlık formu” ile karıştırmayacak kadar bilgili olduklarını söylüyor. Doğa Tarihi Romanı’nda (1861), Gosse aynı zamanda Afrika’da rastlandığı iddia edilen “tek boynuzlu at(unicorn) ve Güney Amerika’da bulunma ihtimali olan “eski dünya büyük insansı maymunu(great anthropoid ape, birisi Türkçe harika bir dildir falan diyordu, onu sahneye davet ediyorum) hakkında da oldukça heyecanlıdır.

(Varşova Ordu Arması, 1659)

Hudson’ın yolculuğundan altı sene sonra, bir başka İngiliz kaptan John Smith, Karayip’te “mümkün olan tüm inayetiyle yüzen” bir deniz kızı görür. En başta, bedeninin üst bölümü mükemmel bir şekilde insana benzediğinden bunun bir kadın olduğunu düşünür. “Fazlasıyla yuvarlak, büyük gözleri, harika biçimli bir burnu (biraz fazla küçük); biraz fazla büyük, güzel şekilli kulakları” vardır “ve uzun, yeşil saçı hiçbir anlamda gösterişsiz olmayan esas bir karakterin parçası”dır. Smith, yaratık aniden dönüp “belinin altındaki balığa meydan” verdiğini gösterene kadar “aşkın ilk etkilerini çoktan tecrübe etmeye başlamış” olduğunu itiraf eder.

Nasıl olduysa yüzyıllar boyunca, deniz kızları hakkındaki en etkileyici bilgiler ruhban sınıfınca toplanmıştır. Afrika’daki Hıristiyan misyonerler, 1700’lerde Angola yerlilerinin, deniz kızlarını yakalayıp yedikledini keşfettiklerinde derin bir endişe duymuşlardır. Bu keşif, kafa karıştırıcı bir teolojik soruyu beraberinde getirmiştir: deniz kızları en azından yarı-insan olduklarına göre, yamyamlık vakaları Kilise tarafından cezalandırılabilir sayılmalı mıdır?

Avrupa’da oldukça geniş bir entelektüel ilgi uyandıran bir olayda, Hollandalı denizciler Borneo açıklarında bir “deniz hanımı” yakalayıp onu büyük bir fıçıda yaklaşık bir hafta tuttular. Bu, bir buçuk metre uzunluğunda, zaman zaman “bir fareninki gibi ufak hıçkırıklarla ağlayan” meşhur “Amboinli Deniz Kızı”ydı. Fıçıda öldükten sonra dışkısı incelendiğinde bir kedininkini andırdığı tespit edildi. Yaratığın bir kitaptaki resminden oldukça etilenen Rus Çarı Büyük Peter 1717’de Amsterdam’a, deniz kızının esaretiyle ilgili bazı gerçekleri öğrenebilmek için kitabın yayımcısıyla görüşmeye tebdili kıyafet gitti.

Orjinal bir deniz kızı bulma arzusu, “Aydınlanma Çağı”na da dinmek bilmeden uzandı ve sayısız Avrupa neşriyatı, yaratığı gören ve onunla iletişime geçen insanlardan bahsetti. Örneğin 1739’da, The Scots Dergisi, Halifax gemisinin Doğu Hint Adalarında istihkakını alamayan mürettebatının birkaç denizkızı yakalayıp yedikleri haberini yayınladı. Londra’ya vardığında denizciler, yakalanan deniz yaratıkların nasıl “yüce bir hassasiyet”le inlediklerini anlattılar. Etleri, anlattıklarına göre, dana eti gibiymiş.

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru; Newton, Priesley, Watt, Owen ve “Aydınlanma Çağı”nın birçok diğer teorisyen ve bilim insanlarının kayıtları deniz kızlarına yönelik ilgide bir düşüş ortaya koymuş gibi gözükür. Ama bu dönemin sonlarına doğru, deniz edebiyatı, tüm sınıflardan insanların deniz kızlarına yönelik ilgisini doruklara taşımıştır. Benwell ve Waugh’un “Sea Enchantress (Büyüleyici Deniz Kadını)”nda yazdıkları gibi, deniz kızlarının büyüleyici ve gizemli bir mesele olarak kaldığı 19. Yüzyılda, deniz kızlarına olan inanç azalmış ancak ona duyulan ilgi daha bile artmıştır.

Belki de diğerlerine göre yüksek okuma-yazma oranına sahip olduğu için İskoçya’daki deniz kızı görme hikayeleri bilhassa detaylı ve gerçekçidir. 1797’de, Caithnesslı bir öğretmen olan William Munro, bir kayanın üstüne oturmuş omzuna dökülen uzun saçlarını vakur bir şekilde tarayan bir deniz kızı görür. Alnı yuvarlaktır, “dolgun bir yüz, al yanaklar, mavi gözler, doğal halinde bir ağız ve dudaklar.” 1811’de M’Isaac adlı bir çiftçi, Kintyre’de bir uçurumun kenarında, “boş bir ifadeyle bakan” bir deniz kızı görür. Yaratık memesini okşayıp yıkar ve rüzgarda uçuşan saçlarını el çabukluğuyla tarar, yelpaze biçimli kuyruğu bu sırada “huzursuz bir kıpırtı içinde”dir.

(Starbucks Coffee, şaşırdın dimi koduğum?)

Ama çok daha ünlü bir olay, Dışarı Hebridlerde küçük bir ada olan Benbecula’da, 1830 yılında meydana gelmiştir. Kıyıda suyosunu kesen bir çiftçi kadın, yaklaşık bir metre ilerisinde mutlu bir şekilde takla atan “minyatür kadın”ın balıksı formunu görüp ürker. Kuyruğunu şaplatarak uzaklaştığı için insanlar onu yakalayamazlar ama bir oğlan bir taşla onu arkasından vurur. (Deniz kızı gören masum köylüler.) Günler sonra deniz kızının cesedi kıyıda yıkanır. Zarif ceset geniş bir kalabalığın ilgisini uyandırır. Bölge yetkililerince titiz bir inceleme gerçekleştirilir ve sonuçlar kaydedilir. Herkes bunun bir deniz kızı olduğunu ve kısmen insan özellikleri sergilediğini kabul etmiştir. Sonuç olarak, bir tabutla defnedilir ve tabut, adanın hukuk mahkemesi başkanının emriyle hazırlanır.

Benbeculalı Deniz Kızı”nın detaylı incelemesi 1900’de, seçkin bir Gal alimi olan Alexander Carmichael tarafından titizce hazırlanıp yayınlanır. Bu incelemeye göre yaratığın üst kısmı “anormal gelişmiş memelerle birlikte, üç ya da dört yaşlarında besili bir çocuğun ebatlarına yakın”dır. “Saçı uzun, siyah ve parlak, fakat derisi beyaz, yumuşak ve narin”dir. “Bedeninin alt tarafı somon balığı gibi ama pulsuz”dur.

On dokuzuncu yüzyıl boyunca, P.T. Barnum’unki de dahil olmak üzere, Atlantik’in iki tarafında da sayısız sahte deniz kızları sergilendi. 1850’de Japonya’ya yaptığı ziyarette Andrew Steinmetz, bu garip şeyleri oradaki balıkçıların, bir çeşit kulübe endüstrisi olarak maymun cesetlerinden ve büyük balıklardan yaptıklarını keşfetti.

Onca zaman geri dönen balıkçılar, bu sahte deniz kızlarını evlerine hediye olarak getirmişlerdi; hatta bunlardan bazıları Avrupa müzelerinde yer edinmişlerdir. The Magic Zoo adlı kitabında Peter Costello, bu örneklerden birinin, nesillerden beridir ona sahip olan ve onunla övünen bir aile tarafından saygın deniz biyoloğu Alistair Hardy’e hediye edildiğini yazar. Ceset üzerinde yapılan bir X-ray, cesedin iki yarısının bir arada durmasını sağlayan telleri açığa çıkarmıştır. British Museum bu ufak deniz kızını 1961’deki ünlü hileler ve sahtekarlıklar sergisi için almıştır.

Seyahatlerin, uğraşların ve yalnızlıkların baskılarıyla ve inanma isteğiyle birleşerek, deniz kızı efsanesi insan algısını yüzlerce yıl saptırmıştır. Geçmişte deniz kızı gördüğünü düşünen insanların fikirlerindeki sabitlik, geçmişe gidildiğinde, gülünç bir tuhaflık meydana getirmiştir; fakat bu, temelde, bugün uçan disklerin hareketine ve Loch Ness canavarına şahitlik edenlerin fikri sabitliğinden çok çok az farklıdır. Hayalgücünün birçok ürünü gibi, deniz kızı da, zararsız bir yoldan insanlığın en ilgi çekici tasavvurlarını görülmeyen şeylerin oluşturduğu çelişkisine bir örnektir.

Orjinal Metin

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bazı Kelimeler

Dil konusuna gelince Mustafa Hoca'nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir deftere Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:

Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de aynı dilde "diphteria" yani yüzülmüş hayvan derisinin bir biçimi, difteri hastalığı da derinin iltihabıymış.

Poblin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, "papalino" İtalyanca.

Sandviç'in tarihi de ilginçti; 18. yüzyılda yaşayan İngiliz lordu Earl of Sandwich, kumarbazın biriydi. Kumara öylesine düşkündü ki, yemek yemeğe oturacak vakit bulamıyordu. Bir yandan kumar oynuyor, bir yandan da ekmek dilimleri arasına koydurduğu söğüş etleri yiyordu.

"Piyango" da İstanbul'da yaşayan bir İtalyandı: Beyoğlu'nda talih oyunlarının imtiyazını "Bianco" adlı bir dükkan sahibi almıştı.

Mustafa İnan böyle çözümlere ulaştıkça çocuk gibi seviniyordu. Fakat bu "serbest" de ne demekti? Ser-best, başı bağlı demekti. Öyle şey olur muydu canım? Olurdu. "Tedbir" gibi, akıllı uslu bir kelime, hiç de hoş olmayan "dübür" yani "arka" sözünden türemişti, arkasını düşünmek demekti. "Çocuk" kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına gelmesi pek mi hoştu sanki?

Müezzin: (kökü) kulak; tümen: bunun karşılığı basit, Özbekçe on bin demekmiş. Fransız dokumacı Baptiste de bilmemkim Türkiye'ye gelinceye kadar "patiska" olmuş. İlk boykot, İrlandalı arazi sahibi Mister Boycott'a karşı 1880'de yapılmış. Mösyö Nicot da tütünü Fransa'ya getirerek "nikotin" denilen zehiri başımıza bela etmiş, İranlılar "şeftali"yi "şeftalû" yani semiz erik sanıyorlarmış. "Kapuska" da aslında bir yemek adı filan değil, Rusçada lahana demek sadece.

Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi "elinin körü" diyoruz; aslı, "ölünün körü", yani "ölünün mezarı" demek. Kadayıf'ın "ketaif", yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir miydiniz? Elbette "bahşiş", Farsça "bağış vermek"ten gelecek.

Mustafa İnan düşünüyordu: İnsanlar ne kadar bilirse, toleransa da o kadar fazla yer verecekler. Kelimelerin köklerini öğrenmek bile bir sürü boş inancı, yanlış anlamayı ortadan kaldırabilir. Bütün Batılılara "gavur" diyoruz; halbuki Farsçadan aldığımız bu kelime "ateşe tapan" demektir. Şu Avrupalılara, haklı da olsa, ne kadar kızılırsa kızılsın, onların ateşe taptıklarını ileri sürebilir miyiz? Museviceden, Ermeniceden, Yunancadan ne kadar çok kelime aldığımızı bilsek, azınlıklara bu kadar kızabilir miydik? Otelci Gabi Vartanyan, "Mustafa hoca bana Ermeni hikayeleri anlatırdı," diyor. "Gabi, bak Ermenice öğreniyorum," dedi bir gün. Ben "Ne yapacaksın Ermeniceyi?" deyince, "Öyle deme," dedi, "Sizin büyük maziniz vardır." Benden birçok Ermenice kelime öğrenci. Bir gün de "Gabi, sen bir Türkten daha Türksün," dedi; ben de ona, "Nasıl demek istiyorsun?" deyince, "Bir Ermeninin bizim hakkımızda düşünmesi gerektiği şekilde düşünüyorsun," dedi. Bu konularda bir dretnot (İngilizce, dread nough: korkusuz) gibi korkusuzdu hoca.

İnsan öğrendikçe, bildikçe evrenselleşir. "Efendi"nin Yunancadan geldiğini (aftendis) bildikten sonra insan başka türlü düşünür. Kilit (kleidi), harita (kharta), fener (fenarion), cins (genos) ve hatta temel (themelion) de aynı dilin kelimeleridir aslında. Bizim "boş" da İngilizceye (bosh) geçmiş. Kimin kimden hesap soracak hali var?

Oturduğumuz şehirler de binlerce yıllık tarihin ürünü: Edirne (Hadriana-polis), Konya (Ikonion) -bu şehirde oturan mutaassıp vatandaşlar buna üzülür mü acaba?- Kütahya (Kotiaeion), Trabzon (Trazpezus), Ereğli (Herakleia).

Arapça "hudut" kelimesini beğenmemişiz, sınır demişiz, diyor Mustafa Hoca; halbuki "sinoros", hudut taşı demek Yunanca. İklim'in "klima"dan geldiğini hiç düşündünüz mü? Düşünmedinizse de zarar yok, ben sizin yerinize düşünüyorum; belki bir gün siz de düşünürsünüz. Peki "omuz" da mı yabancı? Evet, "omos" aynı anlama geliyor. Kambur da öyle (kambura). Irgat da öyle (ergatis). İnanmayacaksınız ama "demet" de öyle (demation). Hoca, artık bu kadarı da safsata. Efendim, "safsata", "sofisteia"dan gelir; özentili ve aldatıcı buluş, demektir.

Deyimleri inceleyince de olmadık durumlarla karşılaşıyor insan: "Sıfırı tüketmek" derken, aslında sıfırla filan ilgili bir şey söylemiyorsunuz: "Zafir'i (soluğu)" tüketmişsiniz. "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." Burada "Ana" bildiğimiz "anne" değil, bir yerin adı. "Atlı karınca" da aslında "atlı karaca" olacak. Her şey zamanla değişiyor: "Beş aşağı, beş yukarı" ne demek? Olmaz öyle şey. "Beş (alın) aşağı, baş yukarı" dolaşır insan. "Darısı başıma" mı? Hayır. "Darısı (ilacı) başıma". Saçı dökülenler için söylenmiş olacak. İşler "eni konu" karıştı. Hayır, işlerin "önü sonu" karıştı; değil mi beyler?

Oğuz Atay, Bir Bilimadamının Romanı, sf 166-168.